zombi iktidar

Zombi iktidar…

Bunu hep söylemek lazım. Şu an bu iktidar bir zombi konumunda. Uzun süredir. Bir iktidarın sürekli rıza üretmesi gerekir. Totaliter iktidarların bile… 19 Mart sonrasına baktığınızda, iktidarın, hiç kimsenin değilse bile, liselerin, üniversitelerin, gençliğin, ülkenin geleceğinin rızasını sağlayamadığını görüyoruz.

İktidarın, bir yıl önceki yerel seçimlerde ülkedeki neredeyse tüm büyükşehirlerden rıza çıkaramadığını da gördük. İkna edemiyor. Edememeye de devam ediyor. Ne zamandan beri? Bence 7 Haziran 2015 seçimlerinden beri. O seçimde AKP çoğunluğu sağlayamamış, koalisyon görüşmelerinden de sonuç çıkaramamıştı. Teamül gereği ikinci parti CHP’nin koalisyon görüşmelerine başlaması gerekiyordu ama Erdoğan, oyunun kurallarını değiştirdi ve Bahçeli’nin de verdiği destekle yeniden seçime gitti. 2015 kasımında yenilenen ve AKP’nin kazandığı seçimlere kadar geçen süreç Türkiye’nin en ağır en utanç verici dönüm noktalarını barındırıyor. O günden bugüne de iktidar meşruiyet krizi yaşıyor. Bu krizi hep yeniden kurallarla ve olağanüstü durumlarla aşmaya çalışıyor. Aşamıyor. Zombi iktidarlar böyle yapar.

2025’in 19 Mart’ını, önce darbe olarak görüyordum ama şimdi yeni bir durum olarak görmüyorum. Bu açıdan 2015’in devamı… Yeni olan başka. 19 Mart 2025 sorulduğunda, ben onun üniversite gençlerinin barikatı aştığı gün olduğunu söylerim.

afallayan iktidar

Önce diploma iptal edildi, daha 24 saat geçmeden gözaltı ve tutuklama geldi.

Bu iki hamle neden üst üste? Bana yakın gelen şu: İktidar, CHP’lilerin ‘diplomasız’ İmamoğlu’ndan yüz geri edeceğini, en azından ‘diplomasız’ İmamoğlu’nun hele de içerideyken, kulis yapacak durumda da değilken, CHP’yi, kendi adaylığına bir daha ikna edemeyeceğini umdu.

Ama İmamoğlu’nun adaylığında ısrar ve tek söylem iktidarı ters ayakta bıraktı. İktidar, iyi planlar yapmaya muktedir bir iktidar değil zaten. Hiçbir zaman olmadı. Bu kadar yıldır ayakta kalmış olması beni ikna etmiyor. 2010’lara kadar kendi rüzgârıyla gitti tamam ama sonrası hep ya konjonktürden ya oyunun kurallarını değiştirmekten, hatta sistemi değiştirmekten ibaret. Ya da sürekli yeni ittifak aramaktan… 7 Temmuz seçimlerinde düşmüştü. Sonrası zombi iktidar.

İktidar, omurgalı bir karşı duruşa alışık da değildi. Şimdi bu da oldu. Peki AKP’nin kendisinde omurga var mı? Yola dava diye çıkılmıştı, artık eser yok. Şu an sadece bir menfaat ve paylaşım partisi. Bir ideoloji partisi asla değil. İktidardan düşerse AKP, tıpkı daha önceki piyasa partisi Anap’ın yaşadığı gibi, ışık hızıyla gözden kaybolacak. Kim iktidarda olmayan bir AKP’den medet umar ki?

Bunu iktidar da biliyor. Hırsla planlara sarılması, tüm tuşlara birden basması ondan. Ama hem siyasette hem sokakta omurgayla karşılaşınca afallıyor.

Hikâyesi de bu afallamaların sıklaşmasıyla sona erecek.

objektif gazeteciliğin sonu mu?

Guardian Weekly, bu hafta Türkiye’deki protestolar hakkında sahiden tuhaf, uyduruk ve gereğince tepki toplayan bir kapakla çıktı. İki haber bir yorumdan oluşan bir dosya…

Hepsini okudum. Haberler, kapağın aksine daha dengeli yazılmış. Ana haberde ‘Her Şey Çok Güzel Olacak’ lafından tanıdığımız Berkay Gezgin’in şahsında protestocular anlatılıyor. “Yılmaz Tunç eski bir Osmanlı sarayında konuşurken, Berkay Gezgin 100 metre ötede bir hücrede titriyordu” gibi ilginç cümleler de var.

Bir diğer parça da boykotun hikâyesi… CHP’nin artık ‘İmamoğlu’na özgürlük’ talebinin çok ötesine geçen bir meselede kitleleri yönlendirmeye çalıştığı anlatılmış. Burada kullanılan İmamoğlu-eylem fotoğrafını manşete ve kapağa çekseler aynı haberle, kapağın havası 180 derece değişecek, gazeteciler bunu bilir. Başka bir tercih yapmışlar.

Yaptıkları şu: Çoğunluğu genç yüz binlerce, milyonlarca insanın demokrasi iradesini, sokaklara dökülen enerjisini görmüyorlar da, mevcut düzenin statik enerjisini manşete çekiyorlar. Hem de şu lafla: Türk demokrasisinin sonu mu? Belki objektif gazeteciliğin sonudur.

Bir de Orhan Pamuk’un yazısı… Başlık ve üst başlık’ın Pamuk’a ait olmadığını tahmin ediyorum; onları yazmak gazetecilerin işi. Şöyle denmiş üst başlıkta: Otokrasiye doğru… Başlık da şu: Türkiye demokrasisi var olma mücadelesi veriyor… (İlkine itirazım var, ikincisine yok). Yazının kendisi, ilginçtir, yeni bir şey söylemiyor, ben “Orhan Pamuk yaza yaza bunu mu yazmış” dedim; düz bir reporting yazısı… Ama başlığın tonuna sirayet eden de Pamuk’un yazısı. Elimizde demokrasi adına bir seçim kalmıştı; o tür sınırlı bir demokrasinin de sonuna geliniyor, demiş; orada bırakmış.

Şimdi soru şu: Orhan Pamuk’un romanlarını da (çok severim, o ayrı) andıran bu mistik ve dumanlı kapaktan murat edilen ne? Neden Türkiye’deki demokrasi mücadelesi için üst perdeden pesimist bir dil kullanılıyor? Neden otokrasiye doğru gidiş sanki çaktırmadan destekleniyor gibi?

Bence iki nedeni var. Birincisi, gazetecilerin her zaman otokratik ülkelere ve liderlere ihtiyacı vardır. Bu, iş demek. İşten de ötede, bazı şeyleri daha rahat tanımlamak, bazı örnekleri daha rahat vermek demek. Yani hem iş sağlıyor, hem işi kolaylaştırıyor.

İkincisi, bence gitgide çürüyen Batı demokrasisinin kendi boktanlığını ve çürümüşlüğünü örtmek için daha koyu tonlara ihtiyacı var. Bu koyu tonu da onların gözünde mesela Türkiye sağlıyor. Sadece bilinç düzeyinde değil, bilinçaltı da böyle işliyor.

İki sebep dedim ama bir de üçüncü sebep; çünkü kendimi tutamayacağım: Gazetecilik ve kalite deyip duruyoruz ama inanın, bildikleri birkaç ülke haricinde pek bir müktesebatları olmayan, hele Batı bilgisi dışında zır cahil insanlar çalışıyor anlı şanlı gazetelerde de. Bildikleri üç cümle, evirip çevirip onu veriyorlar. O yüzden her İran haberinde afiş yapıştırılmış bir duvarın önünden çarşaflı bir kadın geçiyor.

Durum bu.

alçal ki yerin bu yer değildir

Transparency.org’un uluslararası yolsuzluk endeksi yayımlandı.

Endekse göre Türkiye günbegün yolsuzluğa saplanıyor. Son 11 yılın sekizinde bir önceki yıla göre daha yolsuzlaşmışız. Gerçi iyi yönde kıpırtı gönderdiğimiz birkaç yıl olması da sonuca pek etki etmiyor. Diplerdeyiz. 180 ülke içinde 115’inci sıradayız. Bir altımızda Angola var. Biz Sri Lanka ile aynı puandayız. Bölgemizde Rusya’nın, İran’ın, Azerbaycan’ın az, Suriye’nin çok üstündeyiz. Zirvedeki Danimarka, Finlandiya ve Yeni Zelanda’ya ise ışık yılları kadar uzağız.

AKP’liler şimdi hatırlamaz, hatırlamak da istemez, iktidara yürüdükleri yıllarda 3Y’yi bitireceklerini söylerlerdi. Yasaklar, yoksulluk ve yolsuzluk. Hiçbirini bitirmedikleri gibi, geriye de gittik. İşte yolsuzluk konusunda her sene rapor yayımlanıyor görüyoruz. Sorsan, raporu hazırlayanlar da dış mihraktır gerçi. Ülkemizin üstünden oynanan oyunlar falan filan… Geçelim.

Biz geçelim, troller sosyal medyada bağırırken, bir yerlerde sessiz sedasız bir ihale daha geçsin. Bir belediye meclisinde eller kalksın, torba yasalar dolsun.

Hayırlı olsun. Yolsuzluk listesinde alçalmaya devam. Namık Kemal, “yüksel ki yerin bu yer değildir” diye yazmıştı. Belli ki bugünlerde gelecekteki halimize göre bu listenin yine de üstlerindeyiz. O halde ne yapmalı? Alçalmalı. Çünkü alçal ki yerin bu yer değildir…

hep yorgun hissediyorum

Mine Şenocaklı’nın Oksijen’deki haberinden… Yaz saati uygulamasında ısrarcı olunmasından dolayı sabahın köründe uyanıp yollara düşen çocuklarla konuşmuş. İçlerinden biri “kendimi hep yorgun hissediyorum” diyor.

AKP’nin çocuklar üzerinde kurduğu iktidar da işte bu. “Hep yorgun hissediyorum” cümlesi.

Nedeni nasılı halka yıllardır izah edilmeyen, bu işten ne fayda görüldüğünü anlamadığımız ama hem çocuklar hem veliler üzerinde bin türlü menfi etki gösteren bir uygulama… Keyfiyet.

Ve küçük yaşta hep yorgun hisseden çocuklar…