Fransa’da aylara yayılmış seçim sezonu nihayet bitti. Sezon finalinde Macron, nihayet birleşen solla, yıllardır uygun fırsatı kollayan aşırı sağcılara yenildi.
“Tokat” diye manşet atmış Liberation. Macron iki yıl evvel halkla selamlaşırken bir vatandaştan gerçekten tokat yediği için bu onun üzerine yapışan bir mevzuya döndü. Şimdi gıcıklık zamanı demiş, hançeri çevirmiş içeride gazete.
Fransa’da Macron’un merkezi (Ensemble) birinci, sol koalisyon (Melenchon liderliğinde Nupes) ikinci, aşırı sağ da (Marine Le Pen’in Ulusal Cephesi) üçüncü sırada. İkinci ve üçüncüler bu beş yıl içinde merkezi hapır hupur yer.
Macron’un partisi artık parlamentoda çoğunluk değil, yasama için sürekli ittifak arayışına girecek. Artık arada bir solcu taklidi yapmasına da gerek kalmaz, peşine düşeceği ittifaklar merkez dediği ‘şey’in, aslında ‘sağ’ olduğunu gösterecektir. Dünyada her yerde olduğu gibi.
Fransa’da seçimlerden çıkan meclis aritmetiği bizim Haziran 2015’i andırıyor. Erdoğan, o zamanki parlamenter rejimde CHP’ye koalisyon kurma yetkisi vermeyip ülkeyi yeni seçimlere götürmüştü. Fransa’da koalisyon olmayacak ama başkanlık sisteminin bu aritmetikle haline bakarız.
Bizde gelecek seçimlerde de böyle bir meclis yapısı yeniden çıkabilir. O açıdan Fransa bizim için laboratuvar olacak.
***
PS: Instagram’daki ‘story’de kalmasıncılık’ gibi, kendi kendime “bunlar tweetlerde kalmasın” diyerek, Twitter’da yazdıklarımı buraya aldım.
“Bizim Aile” filminde Münir Özkul’un yani Yaşar Usta’nın zalim fabrikatör Saim Bey’e “Sen mi büyüksün ben mi büyüğüm” diye attığı tiradı severiz.
Türkan Şoray’lı Şener Şen’li “Sultan” filminde, Sultan’ın yani Türkan Şoray’ın, halkı evlerinden çıkarmak için zenginlerle işbirliği yapan muhtara “Ben burayı dişimle tırnağımla yaptım, kolaysa gel çıkar” demesini de severiz.
Ya gerçekte?
Şimdi İstanbul’un orta yerinde, bu ekonomik krizde, insanları evden çıkarmak için elektriği suyu kesmek nedir?
Riskli alan ilan edilmiş bir mahalle. Ama bir yandan da önceki belediye başkanı tarafından “Orasını Champs-Elysees yapacağız” denilmiş bir mahalle. Süreçten büyükşehir belediyesi nedense çıkarılmış. Beyoğlu Belediyesi götürüyor. Şehrin fena halde ortası.
Güzel bir soru: Bir başbakanın telefonuna gelen mesajlar sahiden onun mudur?
Peki bu mesajları bir başkasına göndermek, arşivlemek veya silmek onun tasarrufunda mıdır? ABD’de bu soru Trump gelene dek sürekli tartışılırdı. Verilen cevap da hep aynıydı: Hayır o mesajlar onun değildir; arşivlemek ve silmek de onun tasarrufunda değildir. Bunlar devletindir.
Trump sırasında da tartışıldı elbette ama o yönetim kaosu sırasında bu sorular duyulmadı bile.
Şimdi Hollanda’da dördüncü defa kabine kuran başbakan Mark Rutte üzerinden bu tartışma Avrupa’ya da taşındı.
İlginç bir olay: Meğer Rutte’nin bir akıllı telefonu yokmuş ve eski bir Nokia kullanıyormuş. Telefonun hafızası da yetmediğinden çoğu mesajı siliyormuş. Hangilerini? Eh, kendi tasarrufundakileri. Bu işi Volkskrant gazetesi ortaya çıkarınca skandal da patladı. Siyasetçiler Rutte’ye güvenmediklerini ilan etti.
Netice: Rutte rakibi siyasetçilere resmen gönül koydu.
Bir de akıllı telefon almaya karar verdi.
Ama soru aynı: Bir başbakan kendi telefonun sahibi midir?
*
PS: Karikatür, Hajo’nun (NRC gazetesi). Nokia’nın şimdi tarih olmuş o meşhur yılanı.
Atatürk Havalimanı’nı son derece anlamsız şekilde Millet Bahçesi’ne dönüştürecek ilk kazma vurulmuşken, ‘Yeşilköy’e son uçuştan önce Hürriyet Pazar’da yazdığım şu yazıyı da arşivden çıkarıp buraya alayım. Toplumsal hafızamız için çok önemli bir mekândı. Yeşilköy/Atatürk… Sıradan asla değildi. Türk modernleşmesinin en güncel tarifi oradaydı. Yıkımla biten bir modernleşmenin fotoğrafı….
***
Atatürk Havalimanı’nın 05/23 numaralı pistine son defa inerken gözleri dolmayan bir Türk pilot var mıdır? Kolay değil, yılların anısı, telaşı, heyecanı… Teker piste son defa değiyor ve her şey birer anıya dönüşüyor…
Britanyalı yazar Alain de Botton, Londra’nın Heathrow Havalimanı’nda geçirdiği günlerden sonra kaleme aldığı ‘Havaalanında Bir Hafta’ isimli kitabında şöyle yazar: “Bir Marslı medeniyetimizi tanımak için tek bir yeri ziyaret etmek isteseydi onu bir havaalanına götürmek yeterdi. Teknolojiye duyduğumuz sadakatten doğayı tahrip etmemize, karşılıklı iletişimimizden seyahat etmeyi romantikleştirmemize kadar her şeyi bulabilirdi burada.”
De Botton’un misafir etmek istediği Marslı’yı alıp Atatürk Havalimanı’na götürseydik ya da onun belgeselini izletseydik bizler hakkında ne düşünürdü acaba?
Evvela (hele dünyanın diğer birçok havalimanını da görmüşse) sıcak ve samimi bir evimiz olduğunu düşünürdü herhalde. Sonra da bu evin ‘İç Hatlar Terminali’ adını verdiğimiz odasında, pek kaç göç olmadan, çocuk çombalak, diz dize, bir arada yaşadığımızı anlardı. ‘Dış Hatlar’ dediğimiz bir başka odayı da kendimizden çok misafirlere ayırdığımızı, orayı daha ferahfeza bir yandan da protokol gözeterek tutmak istediğimizi varsayardı. Haksız mı? Atatürk Havalimanı’nın ‘Dış Hatlar’ı, İç Hatlar’la kıyaslarsak Anadolu evlerinin ‘misafir’ odalarına benzemiyor muydu? Hani üzerine örtü serilen; kapısı, konu komşu ziyaret ettiğinde bile değil, ancak uzaktan birileri geldiğinde açılan…
Bu hep böyle değildi. Özellikle de, ‘Yeşilköy’ Havalimanı, 1985’te ‘Atatürk’ adını alarak, bir anlamda yeniden açılmadan önce, hayat hem çalışanlar hem yerli ve yabancı yolcular açısından daha zordu. ‘Misafir’ odası falan yoktu bir defa. Herkes olanla idare ediyordu. Hizmetler yetersiz, terminal tıklım tıklımdı; teknolojik olarak da Batılı muadillerinin gerisindeydi. 1970’lerin sıkıntılı politik ve ekonomik atmosferi, Yeşilköy’de de kendini gösteriyordu. 1971 yılında uygulamaya konulan, mimar Hayati Tabanlıoğlu’na ait yeni master plandaki iyileştirmeler, Türkiye’nin içinden geçtiği finansal darboğaz nedeniyle bir türlü hayata geçirilemedi. Planda dört yeni terminal binası öngörülüyordu; eski pist yeniden yapılacaktı, ek binalar devreye girecekti. Olmadı.
Bir yandan ihtiyaç da giderek artıyordu. Gurbete çalışmaya giden işçilerimizin eli biraz para tutmaya başlamıştı; memlekete gelip giderken artık uçak da tercih ediyorlardı. Yeşilköy’ün yükü ağırlaşmıştı ama ne terminal binaları ne yenisi 1972’de açılan iki pist ihtiyacı karşılıyordu. Meselenin vehametini, 1970’te havaalanını teftişe giden İstanbul Valisi Vefa Poyraz’ın gazetecilerie verdiği beyandan anlayın: Durumu fevkalade perişan buldum!
Değişim, yüzümüzü dışarıya döndüğümüz 1980’lere sarktı. Memleketin tarihiyle paralel olarak, önce 1970’lerin kavgası, sonra 12 Eylül’ün boğucu ortamı atlatıldıktan sonra, Türkiye, dünyaya daha derli toplu bir havalimanı sunabildi. Turgut Özal’lı yılların sonuca dönük pragmatizmi burada da işliyordu. Havaalanın ismi değişmeden iki yıl önce, 1983’te, Dış Hatlar Terminali, İç Hatlar oldu. Misafirlerimiz ve yurt dışına gidip gelecekler içinse yeni terminal binası yapıldı. Havaalanı da memleket de toplum da rahatladı.
Nasıl rahatlamasın? Bir defa, “Aman elaleme rezil oluyoruz” endişesi biraz olsun azaldı. Türk ailesinde bu vardır; kendi mutsuzluğunu, bu mutsuzluğun duyulmasından daha az önemser. 1980’lerden bu yana gazete haberlerine göz attığınızda, zaman zaman meseleye bu açıdan da yaklaşıldığını görüyorsunuz. Eh, sonuçta ‘İstanbul’un dünyaya açılan kapısı’ daha derli toplu olmalıydı.
2000’de yine Dış Hatlar Terminali’nin yenilenmesi de herhalde bu kolektif kaygının sonucuydu. Halbuki aynı yıllarda yeni havayollarının da serpilmesiyle iç hat yolculuğu patlamıştı. Sonuç değişmedi; ailedeki küçük çocuğun büyüğün eski kıyafetlerini giymesi gibi, iç hatlar yolcusuna da, yine dış hatların eskiyen cicileri verildi. Ama bu da yetmedi. Turistler ‘perişan’ olmaya devam etti. Üstüne, hacı adaylarının da giderek artan oranlarda havayolunu tercih etmeye başlaması, dış hatlar çilesine yeni bir boyut ekledi.
Ama ‘toplumun aynası’ olması beklenen Yeşilçam bu kaygıyı bizlere hiç hissettirmiyordu. Belki beyazperdede bu tür bir çileye gerek duyulmuyordu. Nasıl 1970’lerin Ertem Eğilmez filmleri, seyircisine o dönemde yaşanan büyük toplumsal kutuplaşmayı aksettirmediyse, Yeşilçam da, hele yine 1970’lerde, İstanbul’un tek havaalanının ne büyük derbederlik içinde olduğunu bizlere anlatmadı. Orayı hep derli toplu gösterdi. Çünkü havaalanı o yıllarda zenginliğin simgesiydi. Batı’ydı. Avrupa’ydı. Çabasız şıklık, tatlı bir ferahlıktı. Hem varsıllığı hem medeniyeti aynı anda anlatacak daha iyi bir sembol yoktu ve o sembol de ancak Avrupa söz konusu olunca (ABD bile değil) işe yarıyordu. Öyle ki o filmleri izlediğinizde Yeşilköy’den sadece Avrupa’ya gidilip gelindiğini sanırdınız. Sanki Doğu’ya ancak atadan dededen kalma yöntemlerle ulaşılırdı. Mesela İran’a gitmek isteyen Topkapı Otogarı’nın yolunu tutabilirdi. Uçmak başka bir şeydi! Uludağ Sözlük isimli internet forumunda, bir kullanıcının isabetle belirttiği üzere, Yeşilçam, Yeşilköy’den Avrupa’ya uçardı. Hem de ilk uçakla! Bu filmlerde nedense ülkenin ismi zikredilmez ama kararın gerekçesi keder de olsa neşe de, ivedilik muhakkak ‘ilk uçakla’ diyerek belirtilirdi: “Kararımı verdim, ilk uçakla Avrupa’ya gideceğiz sevgilim!”
Artık İstanbullu ilk uçakla nereye gidecekse ya şehrin adını taşıyan yeni havalimanına ya da dünyanın ilk kadın savaş pilotunun ismiyle anılan, ‘karşıdaki’ Sabiha Gökçen’e yolunu düşürecek. Çünkü uluslararası otoritelerce dünyanın iyi havalimanları arasında gösterilen Atatürk Havalimanı’nın şehre yetmediğine kanaat getirildi. Böylece dünyanın en görkemli inişlerinden biri (Marmara üzerinden, hele de geceyse gemilerin ve teknelerin ışıkları eşliğinde) de tarihe karışmış oluyor. Ne yalan söylemeli, sitelerin, apartmanların hemen üzerinden, şehrin orta yerine inmekten kaynaklanan tedirginlik de bir yandan ortadan kalkıyor.
Dahası var: Gurbetçilerin ilk oyları kullanma klasiği başka yerde yaşanacak. Zaten tadı kaçmıştı; gurbetçiler oylarını eski kadar açıklamıyor, yurttakilere bir seçim anketi zevkini yaşatmadan ortadan yok oluyorlardı. Sadece onlar mı; kamusal mekânların tadı tuzu şöhretler de havalimanında izini kaybettirir olmuştu. Özellikle 2000’li yıllardan itibaren VIP kapılarından geçip gidiyor, eşofmanları, güneş gözlükleri ve beyzbol kepleriyle, Atatürk Havalimanı’nın hakikaten örneği az görülen ayrıcalıklı ‘lounge’larında oturuyor, halka karışmıyorlardı.
Dönelim şu meraklı Marslımıza.. Bu uzaylı arkadaş, bir şekilde Atatürk Havalimanı’nın son faaaliyet gününe gelseydi, terminalden çıkar çıkmaz, eminim şunu derdi: “Burasını da amma duman altı yapmışsınız kardeşim.” Ayrıca yine haklı çıkardı. Sonra da gider gezegeninde, “Türk gibi sigara içmek diye bir şey var” diyip bizleri uzayda bile kategorize ederdi. Atatürk Havalimanı’nın yaşantımızı böyle gündelik detaylara dek tanımlayabilme gücü vardı.
Bakalım, İstanbul Havalimanı bizi bu kadar anlatabilecek mi?