tarih sona erdi mi?

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından “Tarih sona erdi” diyenler çıkmıştı. Buna göre Batı’nın liberal demokrasileri, tarihin o büyük yürüyüşünün nihai noktasıydı ve dünyanın geriye kalanı da yüzünü onlara dönecekti. Bugünkü dünya bize bu resmi göstermiyor. Batı’da bile. Hele Gazze’nin üstüne bombalar yağdığı ve Batı demokrasilerinin buna pek ses çıkarmadığı bu son günlerde…

8 Kasım 2023’te Gazete Duvar’da yayımlandı.

1.

Ben üniversite eğitimine, 1990’lu yılların sonunda başladım. Soğuk Savaş sonrasında dünyanın yeniden şekillendiği bir dönemdi. Eski aktörlerin ne yapacağı, devreye yeni aktörlerin girip girmeyeceği belli değildi. Dünya çözülüyor muydu? Yoksa yeni bir kabuk mu tutuyordu? Ne devlet başkanları ne bizlere ders veren akademisyenler ne de dünyanın dört bir yanındaki yerel halklar gidişata bir anlam verebiliyordu. Herkes el yordamıyla ilerlemeye çalışıyordu. 

Yine de sınavlarda, dünyadaki gelişmeler karşısında uzun uzun değerlendirmeler yapmamız beklenirdi. Eh, gençlerden değerlendirme istensin yeter; yapardık biz de. İyi kötü ama heyecanla bir şeyler söylerdik. Neredeyse hep aynı cümlelerle başlardık:

Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle beraber… 

Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra… 

Çağ, bu cümlelerin ilk defa kullanıldığı çağdı. Hocalarımız bizlere, “bundan sonra şöyle olacak böyle olacak” demedi. Diyemezlerdi zaten. Siyasi tarihi, akımları, kavramları ve tartışmaları öğrettiler. “İlerisi için de bu araçları kullanın” dediler. Başka ne denebilirdi ki?

2. 

Başka şeyler diyenler çıktı. İddialı cümleler kuranlar…

Örneğin o dönemlerin en etkili siyaset bilimcilerinden Francis Fukuyama, “tarihin sonuna geldik” dedi. Hegel’in, Marx’ın tarih felsefesini alıp, tarihin geleceği son noktayı Batı’nın liberal düşüncesine bağlayan Fukuyama, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle beraber Batı’nın çemberi dışında kalan herkesin bu düşünceye yöneleceğini öngörüyordu. 

Ne tarihin sonu geldi ne de dünya yüzünü tümüyle Batı’ya çevirdi. Fukuyama’nın tezini izleyen otuz yılda tarih, bazen beklendik bazen beklenmedik doğrultularda yürüdü durdu. 11 Eylül saldırılarını, Afganistan’ı, IŞİD’i, otoriter rejimlerin dünyanın her tarafında yükselişini gördük. Bu arada liberal rejimler de pek parlak sınavlar vermiyordu. Söz gelimi binlerce Amerikan yurttaşı, seçim kaybettiğini kabul etmeyen bir başkanın ardına takılıp Amerikan parlamentosunu bastı. 

Tarih akıp gidiyor; hiçbir zaman da bir noktada duracağını belli etmiyordu. Her zaman olduğu gibi..

3. 

Ama Fukuyama ve daha birçoklarının savunduğu “tarihin bittiği” düşüncesi, Batılıların zihin yapısı üzerinde bazı pürüzler bıraktı. Bir savaşın bittiği ve Batı’nın da bu savaştan muzaffer çıktığı o kadar yaygın bir kabul gördü ki, uzun süre sorgulanmadı. Halen de gereğince sorgulanıyor sayılmaz.

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çözülüşü muazzam bir güç boşluğu yaratmıştı. İki binli yıllara girerken hâlâ dolmayan bu boşluk, tarihin sonu düşüncesine uygun olarak tek kutuplu dünyanın ilânı olarak değerlendirildi. Batı demokrasileri, bu kutbun değerlerini gerektiği gibi tüm dünyaya taşıyacaktı. 

Ama olmadı.  

Olmadı, çünkü… Dünya tarihi hakikaten, hem de içinde yaşarken bir hüküm verecek kadar kısa değildir.

Şimdi başka bir dünya var. Pek de tek kutuplu görünmeyen, “tarihin sonuna geldik” cümlesinin kurulamayacağı, hakkında peşin hükümlerin zaten asla verilemeyeceği bir dünya. Zor bir dünya. 

Ama nasıl bir dünya burası?

4. 

Hindistanlı gazeteci ve yazar Pankaj Mishra, geçen haftalarda Der Spiegel dergisinde bir değerlendirme yayımladı.   Orada, dünyanın geriye kalanının Batı’ya nasıl baktığı yönünde bir okuma yapıyordu. Mishra makalesinde, Batılı siyasetçi ve gazetecilerin (daha geniş bir çemberde entelektüelleri kastettiğini düşünüyorum), Batı’nın kendine ait saydığı meselelerle uğraşmaktan, yani faşizme, Nazizme ve komünizme karşı bir mücadele yürütmekten, yirminci yüzyılın [Mishra’ya göre] esas büyük meselesini gözden kaçırdıklarını söylüyordu. Bu mesele dekolonizasyon… “Dekolonizasyon. Yani dünya nüfusunun büyük bölümünün ırkçı ve despot kolonyalizmden kurtulması. [Batılılar] dünyanın büyük bölümünün Batı egemenliğinden kısmen kurtulmasıyla, yeni düşünme biçimleri ve dünya görüşlerinin geliştiğini anlamadılar veya anlamak istemediler.Batı’nın İsrail’in tarafını tutmasına yönelik geniş reddiye de buna örnek.”

Mishra, makalesinde hakkında her geçen gün daha fazla yazılıp çizilen “Global South / Küresel Güney”in, yani Türkiye’nin de çoğunluk dahil edildiği Batı dışı ülkeler grubunun Filistin meselesinde nasıl tavır aldığını ve Batı’nın neredeyse tümüyle ve kayıtsız şartsız İsrail’i desteklemesini nasıl hazmedemediklerini anlatmış. Önemli ama bana göre bu da yeterince isabetli bir değerlendirme değil. Çünkü en başta Hindistan’ın başındaki Modi hükümeti İsrail’i desteklediği gibi, bu olaydan kendi Müslüman toplumunu nasıl yöneteceğine dair ilhamlar da çıkarıyor

Batı’ya bilenmiş, Batı’yı eskisi kadar önemli bulmayan, yüzünü Batı’ya dönmeyi gerekli görmeyen, Batı’nın değerler sistemiyle eskisi kadar haşırneşir olmak istemeyen bir ülkeler grubu var ama bunlar böyle düşünüyorlar diye İsrail’in karşısında da duruyorlar demek değil. Hindistan bu konuda iyi bir örnek. Tarih bitmedi, devam ediyor ama çıkarlar da devam ediyor. Yani Batı’nın güç kaybetmesi, dünyanın illa adil ve dengeli bir yer olacağı anlamına da gelmiyor. Tarih akıyor, dünya değişiyor. Hep olduğu gibi. 

Küresel Güney ve değişen pozisyonlar konusuna ileride başka yazılarda değineceğim ama bu tür sınıflandırmalarda gözden kaçan, hep aksayan bir yan olduğunu da söylemeli. Ülkeleri aktörler olarak sayıyoruz ama halklar ne diyor? İsrail-Filistin meselesinde esas hattı bence halklar çiziyor. Güney’de, Kuzey’de, birçok yerde halklar ayakta. Londra, herhalde Kuzey’in başkentidir; İsrail’in zulmüne karşı en büyük yürüyüş orada yapıldı. Yine Hamas’ın gaddarca saldırısı, Kuzey’inden Güney’ine milyonlarca insan tarafından lanetlendi. Halklar tavır alıyor, sözünü söylüyor. 

5. 

Bu son günler bize Batı’daki çok ilginç bir gelişmeyi gösterdi. Hükümetler ile halklar arasında makasın bu denli açıldığını görmemiştik. Gazze’ye bomba yağdıkça başkentleri saran protestolar, dünyadaki bir yaranın geriye kalanı da acıtabildiğini gösterdi. Ne işe yarıyor, bir işe yarıyor mu, bir sonuç alınacak mı, herhalde yakında göreceğiz ama şunu biliyoruz, ne dünya ne de halklar, Batı’nın çizdiği resimdeki gibi görünmüyorlar. Artık bu çok açık.

İleride nasıl duracaklar, nerede duracaklar, bunu bilmek de kolay değil. Dünya çözülecek mi, yeni bir kabuk mu tutacak?  Umalım ki vicdanlı insanlar her koşulda daha çok ses çıkartır. Tarihe gelince… Onun nasıl ilerleyeceğini bilmek daha da zor. Ama dünyaya yine de bakmamız nasıl. Kendimiz ile dünya arasına bir hiza çizmemiz lazım. Nasıl yapacağız?

Bir güzel yolu, yazar, ressam, sanat eleştirmeni John Berger (1926-2017) söylemişti. “Tarih bilinciyle bakıyorum dünyaya” diyordu. Marksist tarih bilinciyle… “Marx okumak, bana tarihi anlamamda çok yardımcı oldu; bu sayede tarihte nerede olduğumuzu ve geleceği insanın vakarı ile adalet açısından nasıl tasavvur etmem gerektiğini de anladım.”

Anlamaya başlamak ve hiza çekmek için güzel bir yer… Çünkü, tarih bitmedi. 

michael schumacher’in çiğnenen onuru

26 Nisan 2023’te Gazete Duvar’da yayımlandı.

1.

Kapakta kocaman puntolarla “ilk röportaj” yazıyor. İlk röportaj… Yüzlerce röportajdan sonra uzun bir sessizlik ve sonrasında ilk röportaj. Yeni bir dönem…

Bunun “dünya çapında bir sansasyon” olduğu da kapaktan duyuruluyor. Nasıl olmasın? Eski günlerdeki gibi böyle ferah ferah gülümseyen kişi, çok değil on küsur yıl önce dünyanın en büyük sporcularındandı. Kimine göre bir numaraydı. Sonra Fransız Alplerinde kayak yaparken bir kaza geçirdi; bitkisel hayata girdi ve onu bir daha görmedik. 2013’tü. On sene olmuş… Sessiz sedasız bir on sene.  

Alman Die Aktüelle dergisinin geçen haftaki kapağı bu yüzden rüya gibiydi işte. Formula 1’in efsane pilotu Michael Schumacher yıllar sonra yeni sözlerle aramıza dönmüştü. Hem de öyle güçsüz bir selamla ya da zoraki gülümseyişle değil, ayrıntılı bir röportaj vererek. Dergi buna ayrıca dikkat çekiyordu; “bizim yaptığımız röportaj yakınlarının ağzından yuvarlak laflar almaktan ibaret değil” diyordu. “Sorularımızı bizzat Michael Schumacher cevapladı.”

Röportaj, kaza ve iyileşme süreci üzerineydi. Okurlar, Schumacher’in “hayatım tümüyle değişti” dediğini okudular. Formula 1 ikonu, tüm ailesinin ne kadar zor bir süreçten geçtiğini anlatıyordu. Daha bir sürü ayrıntı… Müthiş bir röportaj. İnanılmaz!

2.

İnanılmaz hakikaten. Bu ifadeyi bazen bir şeyin ne kadar büyük, görkemli veya önemli olduğunu anlamak için kullanırız. O şey o kadar sıradışıdır ki inanılmaz gelir. 

Cuk oturmuş bu sefer. Birinci anlamıyla cuk oturmuş. Röportaj inanılmazdı, çünkü gerçek değildi. Die Aktüelle’ciler röportajı “Schumacher’miş gibi yaptırdıkları” yapay zekâdan türetmişti. Bu “gerçek” de ancak iç sayfalarda küçük puntolarla sunulmuştu. 

Tatsız… Hakikaten tatsız. Okur açısından tatsız, meslek açısından tatsız, en önemlisi Schumacher ailesi açısından tatsız. 

“Röportaj” geçen hafta yayımlanmıştı. Arkası hızlı geldi. Basında ve sosyal medyada tepkiler büyüdü. Aile, yasal haklarını arayacağını bildirdi. Yayıncı şirket Funke, bir özür metni yayımladı ve Die Aktüelle’in genel yayın yönetmeninin işine son verdiklerini duyurdu. 

Tuhaf bir konu da böylece kapanmış oldu. 

Şimdilik…

3. 

Gelecekte bu röportajları daha çok okuyacağız. Bugün aramızda olmayan sporcularla, sanatçılarla, yazarlarla, siyasilerle yapılmış röportajlara daha çok rastlayacağız. Bunun için bu röportaj kişilerinin daha önce röportajlar vermiş, görüşler bildirmiş veya kitaplar yazmış olmaları yetecek. Onların yapay zekâya yüklenmiş belleklerine yeni koşullara, yeni yaşamlara, yeni zamanlara göre yeni laflar ürettirilecek. 

Üstelik bunlar metinlerin içine küçük puntolarla saklanmayacak. İlk zamanlar biraz mahcubiyetle, sonra belki gösterişli bir iddiayla ve nihayet bu tuhaf zamanlarda hiç fark etmeyeceği için omuz silker gibi öylesine, “bu bir yapay zekâ metnidir” denilerek yayımlanacak. 

Socrates’in yapay zekâ hakkındaki değerlendirmesini okuyacaksınız. 

Napolyon’un Putin ve Ukrayna seferi hakkındaki yorumlarını okuyacaksınız. 

Virginia Woolf, yeni çıkan bir roman hakkında görüş bildirecek. 

Bunları tüm insanlık birikimiyle çarpın, bölün, toplayın, çıkarın. O kadar fazla örnekle karşılaşacaksınız. Tatsız örnekler olacaktır çoğu. İçlerinden belki birkaç ilginç fikir de çıkar, o kadar. 

Sonra bu da tavsayacak. O kadar çok örneği olduğu, artık bir yenilik getirmediği için tavsayacak. Böyle bir röportajı bir gazetecinin kotarmasına ve bunu bir gazetede, dergide yayımlamasına gerek kalmayacak. Socrates’in, Aristoteles’in veya Nietzsche’nin herhangi bir konu hakkında herhangi bir görüşünü merak ediyorsanız, onu gidip Socrates bot’una siz soracaksınız. Eski metinlerle ve olasılık hesaplarıyla beslenmiş yapay zekâ bunu mümkün kılacak.

Zaten ileride belki sizler de birer bot olacaksınız. Ama şimdilik burada duralım. 

4.

Bugüne geri dönelim. 

Az önce böyle bir röportajı bir gazetecinin kotarmasına ve bunun bir gazetede, dergide yayımlanmasına gerek kalmayacak demiştim. 

Esası elbette şudur: Bugün de buna gerek olmamalıydı. Ama olmuş. Peki neden olmuş?

Bu işin bir nedeni, gazetecilerin yeni oyuncaklara merakı… Bir yenilik gördüler mi illa ki denemek isterler. Bu test sürüşü sırasında, yaptığının öncesini ve sonrasını düşünmeyen biri illa ki çıkar ve zarını atar. Karar alıcıların çevresinde “yahu bu da yapılır mı” diyecek makul biri yoktur, izansızlık bir ekip işidir. Hatta bir ortam işidir. Bugünü ortamı da buna müsait. Emin olun, “Schumacher röportajı” çıkmasaydı; bir başka acar gazeteci bir başka imkânsız röportajla gelecekti. 

Bir başka neden, meslektaşlarım da dahil birçoğumuzun zihninde hakiki ile sahte arasındaki sınır çizgilerinin silinmiş olması. Bazılarımızda topyekûn silinmiş, bazılarımızda da ara ara, duruma ve çıkara göre silinebiliyor. Hakikat-sonrası dönemin gazeteciler açısından sürekli imtihan ürettiği bir dönemdeyiz. Bu imtihanlar iyi geçmiyor. 

Ama bir sebep daha var. Bana kalırsa, esas sebep de bu: Gazetecilerin yenilikler bahsinde genellikle ortamı okuyamaması…

Yapay zekâya röportaj yaptırmak isteyen elbette yaptırır, elini tutan yok da, bu akışı hızlandırmaktan başka bir şey değil. 

5. 

Akış veya gidişat, bugünlerde gazeteciler arasında da tartışılıyor. Klasik soru: Yapay zekâ işimizi elimizden mi alacak, yoksa bize süper ve yeni güçler mi verecek? 

Geçen hafta Perugia, İtalya’daki Uluslararası Gazetecilik Festivali’nde de en çok konuşulan konu buymuş. 

Bir yerlerde gazetecilerin gazetecilik hakkında konuşması kadar sıkıcı az şeyin olduğunu ve bu tür ahkâmın başkası tarafından pek okunmadığını okumuştum; bu yüzden (şimdilik!) bir gazetecilik tartışmasına girmeyeceğim ama yapay zekâ herkesi ilgilendirdiği için yine de bir iki şey söylemek isterim. 

Perugia’da yapay zekânın zaten gazetecilikte bir ölçüde uygulandığı ve bunun güçlenerek gelişeceği fikri de elbette dillendirilmiş. Ama işin yine insanda bittiği “insan-makine-insan” dizgesiyle ilerlemek gerektiği söylenmiş: İnsan bir fikirle çıkacak, makine geliştirecek, insan kontrol edecek. Katılmamak mümkün değil.

Şunlardan da bahsedilmiş: Yapay zekâ araştırma yapıyor, bant çözüyor, veri doğruluyor, daha bir sürü hizmet… Perugia’da bunu “bir tür süperstajyer” diye tarif eden gazeteciler var.

Güzel temenniler tabii…

Ama benim bildiğim, gazetecilik, bir laboratuvar ortamı değildir. Normal şartlar altında, ideal koşullarda yaşanmaz. Hemen her yerde ve hemen her örnekte “patronla” icra edilen bir meslektir. Patron ise her fırsatta masraf azaltmak isteyen bir insan türüdür. Masraf dediğin, patronun gözünde, en çok sigortadan, bordrodan, yani “kanlı canlı” insandan kısılır. Birisinin “süperstajyer” gördüğü yerde bir patron “bordrosuzluk imkânı” görür. 

Ben bunca yılda başka türlüsünü görmedim. “Başka türlü gazetecilik de icra ediliyor” diyenler varsa onlara da esenlikler dilerim ve bu türlüsünün egemen olmasını canı gönülden istediğimi bildiririm.

Ama şunu da yinelerim: Neticede gazeteci milleti, ortamı okumada çok da iyi değildir. İyi olsa, “Schumacher gazeteciliği” örneklerini görmezdik. 

İlerisi için de durum aynı.

Napolyon’un Putin hakkında ne düşüneceği belki ilginçtir ama esas ilginç olan halen Putin’in Napolyon hakkında ne düşündüğü… Biraz gerçek işlere kafa yoralım derim!

savaşta refahın lafı mı olur?

Moskova’da Zafer Günü (9 Mayıs) gösterisi. 2019’dan. Foto: S. Zhumatov

Savaşın sonucu üç aşağı beş yukarı belli oldu bile. Dünyanın hangi yöne gideceğini biliyoruz artık. Herkesin silahlanma bütçesi artıyor. On yıllardır ordu namına pek bir şeyi olmayan Almanya dahil… 

Nasıl olacak? Ne pahasına olacak? İşte yeni dünyanın işaretlerinden biri…

Der Spiegel’in Fransız askeri stratejist Pierre Servant ile yaptığı röportajdan bir kesit:

Spiegel: Fransa, askeri harcamaları emeklilik ödemeleri lehine budamıştı diyorsunuz. Bu, biz Avrupalıların güvenlik adına sosyal huzuru riske etmemiz gerektiği anlamına mı geliyor?

Servent: İyi silahlanmış ordu devleti ile kendini savunma gücünden yoksun bir refah devleti arasında bir orta yol hep vardır. Emeklilik yaşını yükseltmek bu bakımdan mantıksız değil ama on yıllardır Fransa’da kimse buna cesaret edemiyordu. Bir füze yüz binlerce euro tutuyor ve savaşta epey füzeye ihtiyacınız var.

aynı dünyaların insanı

Gördüğüm tüm siyasetçiler içinde beni en karışık duygular içinde bırakanıydı. Aynı dünya görüşünü paylaşmıyoruz ama yönetiminin, üslubunun güven ve sıcaklık yaydığını da yadsıyamam. Zaman içinde onu benimsemeye başladım. Çılgın, aptal ve densiz liderler çağında bir tür sığınaktı. Sertlik ve çiğlik barındırmayan bir otoritesi vardı ve bunu sergilemekten hiç kaçmadı. Bir kadın lider olması mı, işinin ehli bir insan olması mı, sükûneti ve ayağının yere sağlam basması mı, yoksa hepsi birden mi bilmiyorum ama bir dönemi kendine mal etti.

Ben uzaktan bir gözlemciyim ama gördüğüm kadarıyla ona oy vermemiş Almanlar da farklı düşünmüyor. Kendilerini güvende hissettiklerini söylüyorlar. Süddeutsche Zeitung da, bugün “gücü sükûnetindeydi” diye uğurlamış onu. Evet, Angela Merkel bir tür çapaydı. Aynı dünya görüşünü paylaşmıyoruz dedim ama şu da var: Aynı dünyayı paylaştığımızı hissettiren bir liderdi. Bu bile çok şey aslında.