objektif gazeteciliğin sonu mu?

Guardian Weekly, bu hafta Türkiye’deki protestolar hakkında sahiden tuhaf, uyduruk ve gereğince tepki toplayan bir kapakla çıktı. İki haber bir yorumdan oluşan bir dosya…

Hepsini okudum. Haberler, kapağın aksine daha dengeli yazılmış. Ana haberde ‘Her Şey Çok Güzel Olacak’ lafından tanıdığımız Berkay Gezgin’in şahsında protestocular anlatılıyor. “Yılmaz Tunç eski bir Osmanlı sarayında konuşurken, Berkay Gezgin 100 metre ötede bir hücrede titriyordu” gibi ilginç cümleler de var.

Bir diğer parça da boykotun hikâyesi… CHP’nin artık ‘İmamoğlu’na özgürlük’ talebinin çok ötesine geçen bir meselede kitleleri yönlendirmeye çalıştığı anlatılmış. Burada kullanılan İmamoğlu-eylem fotoğrafını manşete ve kapağa çekseler aynı haberle, kapağın havası 180 derece değişecek, gazeteciler bunu bilir. Başka bir tercih yapmışlar.

Yaptıkları şu: Çoğunluğu genç yüz binlerce, milyonlarca insanın demokrasi iradesini, sokaklara dökülen enerjisini görmüyorlar da, mevcut düzenin statik enerjisini manşete çekiyorlar. Hem de şu lafla: Türk demokrasisinin sonu mu? Belki objektif gazeteciliğin sonudur.

Bir de Orhan Pamuk’un yazısı… Başlık ve üst başlık’ın Pamuk’a ait olmadığını tahmin ediyorum; onları yazmak gazetecilerin işi. Şöyle denmiş üst başlıkta: Otokrasiye doğru… Başlık da şu: Türkiye demokrasisi var olma mücadelesi veriyor… (İlkine itirazım var, ikincisine yok). Yazının kendisi, ilginçtir, yeni bir şey söylemiyor, ben “Orhan Pamuk yaza yaza bunu mu yazmış” dedim; düz bir reporting yazısı… Ama başlığın tonuna sirayet eden de Pamuk’un yazısı. Elimizde demokrasi adına bir seçim kalmıştı; o tür sınırlı bir demokrasinin de sonuna geliniyor, demiş; orada bırakmış.

Şimdi soru şu: Orhan Pamuk’un romanlarını da (çok severim, o ayrı) andıran bu mistik ve dumanlı kapaktan murat edilen ne? Neden Türkiye’deki demokrasi mücadelesi için üst perdeden pesimist bir dil kullanılıyor? Neden otokrasiye doğru gidiş sanki çaktırmadan destekleniyor gibi?

Bence iki nedeni var. Birincisi, gazetecilerin her zaman otokratik ülkelere ve liderlere ihtiyacı vardır. Bu, iş demek. İşten de ötede, bazı şeyleri daha rahat tanımlamak, bazı örnekleri daha rahat vermek demek. Yani hem iş sağlıyor, hem işi kolaylaştırıyor.

İkincisi, bence gitgide çürüyen Batı demokrasisinin kendi boktanlığını ve çürümüşlüğünü örtmek için daha koyu tonlara ihtiyacı var. Bu koyu tonu da onların gözünde mesela Türkiye sağlıyor. Sadece bilinç düzeyinde değil, bilinçaltı da böyle işliyor.

İki sebep dedim ama bir de üçüncü sebep; çünkü kendimi tutamayacağım: Gazetecilik ve kalite deyip duruyoruz ama inanın, bildikleri birkaç ülke haricinde pek bir müktesebatları olmayan, hele Batı bilgisi dışında zır cahil insanlar çalışıyor anlı şanlı gazetelerde de. Bildikleri üç cümle, evirip çevirip onu veriyorlar. O yüzden her İran haberinde afiş yapıştırılmış bir duvarın önünden çarşaflı bir kadın geçiyor.

Durum bu.

yeni aşırı sağın mucidi

Fransa’da aşırı sağın lideri ve bugünlerin aşırı sağının mucidi denebilecek Jean-Marie Le Pen öldü. Kademe kademe büyüttüğü ve onu cumhurbaşkanı olmanın kıyısına getiren Ulusal Cephe’nin kurucusu ve lideriydi. O Ulusal Cephe’den, bugün seçim olsa Fransa’nın başına geçebilecek Ulusal Birlik Partisi doğdu. Baba Le Pen’in hazzetmediği bu yeni partinin başında kavgalı olduğu kızı Marine Le Pen var… Bir gün iktidara yürürse, babasının kurduğu aşırı sağ hareketin tahtına oturacak olan Marine Le Pen.

Gazetecilik bu; herkes bu ölüm haberini kendi meşrebine göre verdi; en çok dikkat çeken ise Libération‘du. Le Pen’le ve Le Pen’ci fikirlerle yıllardır mücadele eden gazete, kapağında da manşet haberinde de, sembolizmin de yardımıyla, “aynılar aynı yerde” diyordu.

Önce kapaktaki “Maréchal, le voilà!” lafı… Fransa’da meşum bir şarkı var. “Maréchal, nous voilà!” [Mareşal, işte buradayız]. Bu , İkinci Dünya Savaşı’nda bir dönem Fransa’yı yöneten, Nazi işbirlikçisi Vichy Hükümeti’nin başındaki Mareşal Philippe Pétain’e bağlılık ve sadakat göstermek amacıyla yazılan bir marş… Libération, Le Pen’i Vichy’nin devamı gibi gördüğünden, Le Pen’i bu sözlerle uğurluyor. Mareşal, Le Pen işte burada…

İçerideki haberin başlığı da “Ekstremin Sonuna Yolculuk…” Bu da ırkçı bilinen Fransız yazar Louis-Ferdinand Céline‘in (1894–1961) meşhur… ‘Gecenin Sonuna Yolculuk’ kitabına bir gönderme. Böylece herkesi aynı sepete koyuyor Libération.

Bir de ilginç başyazısı var gazetenin… Le Pen ile yıllardır verdikleri mücadeleyi anlatıyorlar. Devam edeceklerini de söylüyorlar. Burası önemli. Zira, 2002’de Le Pen Fransa başkanlık seçimlerinde ilk defa ikinci tura kaldığında Libération‘un ‘Non’ (Hayır) diyen manşeti, Le Pen karşıtı gösterilerde elden ele dolaşmış ve aşırı sağcı liderin, merkez sağcı Jacques Chirac’a kaybetmesinde rol oynamıştı. Bu tarihi manşeti hatırlatan başyazıdan satırlar aşağıda:

” ‘Hayır.’ Jean-Marie Le Pen öldü ve doğal olarak akla gelen ilk kelime bu: ‘Hayır’. Bu, Libération ile onlarca yıl boyunca Fransız aşırı sağının yüzü olmuş kişi arasındaki uzun çatışmayı özetleyen ‘Hayır’. 22 Nisan 2002’de, bir aşırı sağ adayın ilk kez cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turuna kalmasından bir gün sonra gazetemizin manşetinde kocaman bir şekilde yer alan ‘Hayır’. Bu kapak, 1 Mayıs’taki büyük protesto sırasında binlerce kişi tarafından taşınmış ve Le Pen’in Élysée Sarayı’na giden yolunu kapatmaya katkı sağlamıştı. Bu manşet, gazetemizin tarihinde bir dönüm noktasıdır. Jean-Marie Le Pen’in temsil ettiği aşırı sağın iktidarı ele geçirmesine yönelik kararlı muhalefetimizin sembolüdür.

Bu, Jean-Marie Le Pen’in öncülüğündeki Ulusal Cephe’nin ve bugün kızı Marine Le Pen’in yönettiği Ulusal Birlik’in değerlerine tamamen karşı gazetecilik ve vatandaşlık duruşumuzun bir ifadesidir. Bu “hayır”, Cezayir’de işkencenin savunulmasına, Nazi suçlarının inkarına, antisemitizme, Ulusal Cephe’nin özü olan ırkçılığa, ulusal öncelik anlayışına, eşcinsellere yönelik nefrete, “AIDS’liler” gibi aşağılayıcı söylemlere, katolik köktendincilere boyun eğen Pétainci bir Fransa vizyonuna, ve o dönem “büyük ikame teorisi” [Grand Remplacement / Great Replacement] olarak adlandırılmayan göçmen karşıtı saplantıya karşı duruşumuzun bir simgesidir; ki bu liste eksiksiz olmaktan çok uzak bir liste.

Jean-Marie Le Pen öldü. Ancak mücadelemiz ne kadar sert olursa olsun, bir insanın ölümüne sevinmek değerlerimiz arasında yer almıyor. Bu ülkede aşırı sağın tarihindeki bir sayfa kapanırken, bu olayın cumhuriyetçi taahhütlerimizi hiçbir şekilde değiştirmediğini belirtmek herhalde gerekmez. Aşırı sağ, hiç olmadığı kadar güçlü.”

son bakış

Rus muhalif siyasetçi-iş insanı Aleksey Navalny’nin ölümü (ya da muhtemel katli) birkaç gündür Batı basınının birinci konusu. Bütün yayınlar içinde bu olaya dair benim gördüğüm en dramatik bakış Hollanda gazetesi Trouw’dan geldi. Çarpıcı bir kapak. Son bakış. Bir fotoğrafı ancak bu kadar etkili kullanabilirsiniz.

kararsız seçmen

Bugün Hollanda’da parlamento seçimleri var. Hükümet düşünce erken seçim ilan edildi; birkaç aydır bunun telaşıyla yaşadı ülke (Gerçi çok da bir telaş yoktu ya). Yine de enteresan başlıklar vardı: Yeni partiler kuruldu, liderler değişti, seçim birliktelikleri ayarlandı; siyasetçiler bazında epey değişim yaşandı.

Ama seçmen kime oy vereceğine bir türlü karar veremedi. Anketler böyle söylüyor.

Dün yapılan son büyük seçim anketi bile seçmenlerin yarısının kime oy vereceğine karar vermediğini anlatıyordu. Herkes bir stratejiden bahsediyor. Seçmen taktik peşinde koşacakmış. Şu parti birinci olsun ama şu partiler de koalisyon kursun; hesaplar hesaplar…

Amsterdam gazetesi Het Parool seçim günü nefis bir manşetle çıkmış. Kararsız seçmen… Halen bilboardlara bakıp düşünen seçmen. Manşette “Akılla mı kalple mi oy verecekler?” sorusu var. Sorudan öte, fotoğraf kullanımına dikkat. Ancak bu kadar iyi olabilir.

Bazı ifadelerin fotoğrafı yoktur. Ya da akıllı bir gazeteci onun bir fotoğrafı olması gerektiğine karar verene kadar yoktur. Artık “kararsız seçmen”in bir fotoğrafı var.

kantosuz dünyanın kantocusu

Biz bu gazeteleri okur olarak niye okuyoruz, gazeteciler olarak niye yapıyoruz?

Türkiye’nin en “cins” insanlarından birinin ölümünü ilk sayfadan duyurmayacaksa, bir hatıra niyetine fotoğrafını basmayacaksa gazeteler neden var?

Nurhan Damcıoğlu da aramızdan ayrıldı. Evet, Türkiye’nin ilginç ve cins şahsiyetlerindendi. Sesi, dansı, yorumu, kahkahası kendine özgüydü. Kantosuz bir dünyada hâlâ kantocuydu. Hepimizin tanıdığı, bildiği, kültür hayatında, hayatımızda bir yere yerleştirdiği biriydi.

Biriydi. Hayatlarımızdan geçip giden biriydi.

Yeni kuşak bilmez, bilse belki benimser belki benimsemez ama kimse Damcıoğlu’nun değerini tartışmaz. Beri yandan, bugünün gazetecileri çoğunluk onu bilir, kolektif hafızada o da yer alır. Ölmüş olmasının değil sadece, bu hayatı burada böyle yaşamış olmasının da bir haber değeri vardır. Söylemeye gerek yok ya, ön sayfada bir fotoğrafçık olsun konulacak bir değerdir bu. Bir gazetenin temel işi herkesin yarın unutacağı haberler yapmak değil, ülkesinin hafızasını korumaktır.

Hakikaten bu da olmayacaksa, gazeteler neden var?