aklıma gelen tek cevap internet

Kardeş blogla ilişkiyi ilk elde kurmak adına ilk oraya not düştüğüm, eskilerden ama hiç eskimeyecek bir demeç alalım bu bloga da. İngiliz romancı Martin Amis’den geliyor. Kendisine 2018’de Brexit ve Trump’ın saçmalıkları sorulduğunda verdiği yanıt… Bugünler için de gayet pratik bir açıklama.  

“Son 10 yılda Batı’daki herkesi bu kadar saf kılacak ve tatsız bir yöne, geriye sürükleyecek ne olmuş olabilir diye kafa patlatıp duruyorum, aklıma gelen tek cevap internet. Sanırım sıradan insanlarda bir zihin değişikliği meydana geldi. Hakikat, bir standart olarak zayıfladı örneğin. İnsanlar artık hakikate eskisi gibi aldırış etmiyorlar; çünkü doğruluğu su götürür şeylere alıştılar. Yıllar evvel birisinin internette var olan şeylerin ancak yüzde altmışının doğru olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Onu duyduğumda dehşete düşmüştüm ama şimdi bu rakam bence yüzde 30’lara geriledi. Neden bilmiyorum, bu durum insanların gerçekliğe bakışını bulandırdı ve son derece tatsız, ilkel ve kabileci duygular üretti.” 
İlgili röportajın tamamı şurada.

Fotoğraf: Elena Seibert

bize alman kanı aşılıyorlar

‘Hakikat-sonrası’ gündemine dair en popüler sorulardan biri şu: İyi de insanlar, liderler ya da rejimler yalan söylemeye yeni mi başladı; kendimizi bildik bileli yalan söylenmiyor mu?

Söyleniyor. Dil kadar eski bir hikâye yalan, muhtemelen dilden de eski. Demek ki bugünleri farklı, hakikat-sonrası iklimini de hâkim kılan unsur bu işin eskiliği yeniliği değil. Bir değişim yaşadık. 2000’li yıllarda hayatımızda iki şey emsalsiz ölçüde değişti.

Hız. 

Volüm. 

Yalanlar ve safsatalar bugün tarihte hiç görülmemiş hızla yayılıyor (bazen biz de bu sürecin ortağıyız) ve her birimiz her gün hiçbir atamızın şahit olmadığı kadar yalan işitiyor.  

Yine de yalandan, safsatadan eskiden beri korkulduğuna ilişkin renkli bir örnek vermek istiyorum. Aşağıda genç Cumhuriyet’in önde gelen isimlerinden Falih Rıfkı Atay’ın ‘Moskova-Roma’ isimli kitabından bir pasaj var. Önceki post’ta yer verdiğim Atay’ın 1932’den gelen bu satırları fena halde bugünleri hatırlatıyor. 

Bir farkla: O zaman rejim safsataların yayılmasından korkuyor. Şimdiki rejimler bu safsatalardan besleniyor. 

Söz Falih Rıfkı’da: 

Grucia vapuru daha boğazda iken, ahbaplarımızdan birinin evine ihtiyar bir kalfa kadın geliyor: “-İsmet Paşa, Rusya’da Bolşevik olacakmış; artık herkes çalışacakmış; kimsenin malı mülkü olmıyacakmış. Ne olur, belki içlerinde sizin bir tanıdığınız vardır; ona söyleseniz; bunamış bir kadınım. Bundan sonra iş tutamam. Bana İstinye’deki evimi bıraksalar, gene üst katını kiraya verip geçinsem, dursam. 

Son buhran vergisi üzerine gene böyle fakat daha sarsak bir kadın bana demişti ki: 

-Beyefendi, benim beş lira maaşım var. Ankara’da Bürhan Bey geliyormuş, elli kuruşunu kesecekmiş. Ne olur, beni ona götürseniz, yalvarsam, eteğini öpsem, benim maaşıma dokunmasa!

Büyük harp’te Mudanya’da tifüs aşısı yapılırken, bir nefer: -Nedir bu çektiğimiz, her gün iğneleniyor duruyoruz, demişti. 

Kulağıma iğilen bir hoca dedi ki: -Ne hastalık ne bir şey.. Bize Alman kanı aşılıyorlar. 

Kalabalık ham ve şuursuz kaldıkça, onu fesat sağanağı içinde şaşalamaktan kurtarmak mümkün değildir. Bu şaşkınlık, kalabalığı anarşi ve ihtilale kadar da sürükliyebilir. Silah, kalabalığa karşı susmak değil, anlatmaktır. Rejim düşmanına fesat parolası vermemek için, rejimin münakaşalarını açık havaya çıkmaktan menetmek değil, fesat parolasını havada bırakmak için kalabalığın kulağını kendi tarafımızda bulundurmalıyız.”

şark’ta yalan ayıp değildir

Tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Bir haber ve bilgi sağanağı altında, internet kaynaklı müthiş bir hızla, yine internet sayesinde emsalsiz bir erişim gücüyle yaşıyoruz. Bir yandan da yine internet yüzünden, eylemekten çok bir şeylere maruz kalarak yaşıyoruz. 

En çok da yalanlara maruz kalıyoruz. Yalanlara, safsatalara, hilelere… 

Falih Rıfkı Atay, ‘Zeytindağı’nda “Şark’ta yalan ayıp değildir” diye yazar. 

Atay’ın günlerinde yalan Garp’ta da ayıp değildi aslında ama belki biraz örtülüydü. Yalan söylenirdi ve ortaya çıkmaması için çaba da sarf edilirdi. 

Bugün yine ne Şark’ta ne Garp’ta, ne Çin’de ne ABD’de ne de Türkiye’de yalanlar ayıp değil. Ama artık örtü de yok. Bu tuhaf zamanlarda kimse yalanını saklamaya çalışmıyor. Bilakis yalanı davasını desteklemek, saflarını sıklaştırmak, takipçisini hazır hikâyesini diri ve ilgi çekici kılmak için kullanıyor. 

Hikâye… 

Bütün mesele gelip ona dayanıyor. 

2013’te Pentagon için yazılan bir rapor, 21’nci yüzyılda savaşların artık topla tüfekle kazanılmadığını; yeni fetih türünün kalpleri, zihinleri ve fikirleri teslim almak olduğunu söylüyor; “savaşları artık ordular değil hikâyeler kazanıyor” diyor. 

Savaşları kazanmak isteyenlerin insanları, halkları hikayelere inandırması lazım. İnandırmak için de yapılmayacak şey yok. Yalanlar, baskı, sansür, dezenformasyon…

Hikâye sonuç alıyorsa ne bir örtü ne de ufacık bir dürüstlük çabası gerekiyor. Üstelik yalanların yakalanması da mahcup etmiyor. 

Tuhaf zamanlarda işler böyle. Şark’ta da Garp’ta da. Yollar yalanla örülü. Çatallanıyor, birbirine dolanıyor.

Daha da çatallanacağa benziyor. 

Bu blogda bu zamanlara ve zamanın tuhaflıklarına bakmaya çalışacağım. Başlayalım…