Rus muhalif siyasetçi-iş insanı Aleksey Navalny’nin ölümü (ya da muhtemel katli) birkaç gündür Batı basınının birinci konusu. Bütün yayınlar içinde bu olaya dair benim gördüğüm en dramatik bakış Hollanda gazetesi Trouw’dan geldi. Çarpıcı bir kapak. Son bakış. Bir fotoğrafı ancak bu kadar etkili kullanabilirsiniz.
Dün Hollanda seçimlerindeki kararsız seçmenden bahsetmiştim. O seçmen nihayet kararını verdi. Hem de ne vermek… Neredeyse 20 yıldır iktidara gelmek için çabalayan, İslam ve göçmen karşıtı siyasetçi Geert Wilders’a Hollanda ölçeğinde ezici bir sandalye sayısı verdi. 150 sandalyeli parlamentonun (Tweede Kamer), 37 sandalyesi artık Wilders’in partisi PVV’nin. De Telegraaf gazetesi, “Hollanda sağa çekti” diye atmış manşeti. Zaten sağcı olan ülke, daha ne kadar sağa gidebilir? Gitti işte, durum bu.
Wilders’in tabanının, hatta Wilders’in kendisinin bile beklemediği büyüklükte bir zafer bu. Bunun yarattığı şok dalgasını Batı açısından ancak Trump’ın ABD’deki zaferi ile karşılaştırabiliriz. Wilders’e hayatı boyunca karşı çıkmış ama bir yandan da onun parlamenter sistemdeki bir diken olarak siyaset yapmasına alışmış seçmenler şimdi onun ülkeyi yöneteceği (tabii koalisyon kurabilirse) gerçeğiyle baş etmeye çalışıyorlar. Şaka değil, yıkıldılar. Özellikle ülkenin en önemli gazetesi Volkskrant’ın kapağına bakarsanız, yıkılma anını bire bir görebilirsiniz.
Yıkılan bir başka şey daha var. Aşırı sağın “duygularla” yaptığı siyasete karşı yıllardır direnen Hollanda’nın “rasyonel” kalesi. Batı’da birçok ülke, ekstrem siyasetçiler karşısında domino taşı gibi devrilirken, Hollanda, Wilders’i her zaman güvenli bir mesafede tutuyordu. Şimdi bu mesafe sıfırlandı. Dahası, Fransa ve Almanya’da siyasetçiler, Hollanda seçimlerinden çok ders çıkaracaktır. Wilders’in hamlelerine bakacaklar.
Çünkü artık kurallarını Wilders’in belirlediği bir oyun bu.
Bugün Hollanda’da parlamento seçimleri var. Hükümet düşünce erken seçim ilan edildi; birkaç aydır bunun telaşıyla yaşadı ülke (Gerçi çok da bir telaş yoktu ya). Yine de enteresan başlıklar vardı: Yeni partiler kuruldu, liderler değişti, seçim birliktelikleri ayarlandı; siyasetçiler bazında epey değişim yaşandı.
Ama seçmen kime oy vereceğine bir türlü karar veremedi. Anketler böyle söylüyor.
Dün yapılan son büyük seçim anketi bile seçmenlerin yarısının kime oy vereceğine karar vermediğini anlatıyordu. Herkes bir stratejiden bahsediyor. Seçmen taktik peşinde koşacakmış. Şu parti birinci olsun ama şu partiler de koalisyon kursun; hesaplar hesaplar…
Amsterdam gazetesi Het Parool seçim günü nefis bir manşetle çıkmış. Kararsız seçmen… Halen bilboardlara bakıp düşünen seçmen. Manşette “Akılla mı kalple mi oy verecekler?” sorusu var. Sorudan öte, fotoğraf kullanımına dikkat. Ancak bu kadar iyi olabilir.
Bazı ifadelerin fotoğrafı yoktur. Ya da akıllı bir gazeteci onun bir fotoğrafı olması gerektiğine karar verene kadar yoktur. Artık “kararsız seçmen”in bir fotoğrafı var.
Hayat değiştikçe, teknoloji değiştikçe, üretim araçları değiştikçe, üretim hızı ve yöntemleri değiştikçe, kuşaklar değiştikçe, üretime, emeğe ve sola ilişkin algı da değişiyor. Emeğe yabancılaşma keskinleşiyor. Avrupa’da böyle. Mesela solun daha yeni seçimlerde sürklase olduğu Yunanistan’da böyle. Türkiye’de de böyle. Ama neden böyle?
Hollanda’nın NRC gazetesinde tam sayfa bir haber. Sosyalist Parti’nin (SP) Kongresi’nden izlenimler… Başlık manidar: “SP’de ümitsizlik. Bunlar bizim konularımız, peki başarı nerede?”
“Bizim konularımız” diyenler partililer, “konularımız” dedikleri de yoksulluk ve geçim sıkıntısı. Gazete, meseleyi bir cümlede özetlemiş: Yoksulluk ve alım gücü gibi Sosyalist Parti’nin sürüklediği konular nadiren bu kadar gündem olur ama parti yine de eriyor. Bu nasıl mümkün olabilir?
Gazeteye bakılırsa bunu partililer de anlamıyor. Yıllardır varlığını duyurmaya çalıştıkları tehlikeler artık son derece görünür halde ama oylar yine de başka yerlere, hem de temel dertleri bu konular olmayanlara kayıyor. Oylar, Yeşilller’e, liberallere, sosyal demokratlara, bazen düpedüz sağda konumlanmış yerel öncelikli partilere gidiyor. Meclis seçimlerinde parti yıllardır sandalye kaybediyor. Neden?
Sosyalist Parti, Hollanda’da bunun muhasebesini yapmaya çalışıyor ve kurdukları ortaklıklardan güncel meselelerdeki siyasi tutumlarına bir çok noktayı gözden geçiriyorlar. “Biz nerede yanlış yaptık” diyorlar.
Bu elbette çok büyük bir soru; o kadar büyük ki, bana göre sol perspektif adına en az hata yapanlardan Sosyalist Parti’nin bile boyunu aşıyor. Hollanda’yı da aşıyor hatta. Bu, bütün Avrupa’da, dünyada hep sorulması gereken, cevabı da yine bana göre apaçık meydanda olan bir soru.
Apaçık dediğim cevap şu: Hata, solun, işçiden emekçiden, emek siyasetinden giderek uzaklaşmasında. İşçi sınıfının, kendi emeğine yabancılaşmasının araçlarından biri olmasında. Haklar özgürlükler mücadelesine bütün cephaneyi yığıp, üretimden gelen gücün hiç aşınmaz olduğunu zannetmesinde, hatta belki onu önemsememesinde. Sosyalist partiler bir kenara; özellikle merkez solu tutanların, sol liberallerin, yeşillerin, sosyal demokratların emekle ilgili tasarruflarının neredeyse sıfıra inmesinde.
Yıllardır örgütlü solu diri tutmak için çalışan çabalayan söz söyleyen fedakârlık yapanları kastetmiyorum elbette, çünkü onlara sadece şapka çıkarılır; ben özellikle iki binli yıllarda değişen dünyayla beraber yaşanan bir algı değişiminden bahsetmek istiyorum. Bu sorunun boyu bir partiyi aşıyor demem ondan.
Hayat değiştikçe, teknoloji değiştikçe, üretim araçları değiştikçe, üretim hızı ve yöntemleri değiştikçe, kuşaklar değiştikçe, üretime, emeğe ve sola ilişkin algı da değişiyor.
Hollanda’da böyle. Mesela solun daha yeni seçimlerde sürklase olduğu Yunanistan’da böyle. Türkiye’de de böyle.
2.
Bizi toplumsal hayatta ayakta tutan iki unsur var. Sosyal, demokratik ve laik olduğunu anayasayla tespit etmiş bir devletin yurttaşlarıyız. Yine anayasal bir ifadeyle herkesin birbirine eşit olarak yararlandığı belirlenmiş hak ve özgürlüklerimiz, hukukla teminat altında. En azından bizi bağlayan hukuki metinler bunu söylüyor. Birinci dayanağımız bu.
Bir de üretimden gelen gücümüz var. Çalışıyoruz, üretiyoruz; bu toplumu var ediyoruz. Kol işçisiyiz, memuruz, gazeteciyiz, veznedarız, balıkçıyız, köylüyüz, tezgâhtarız, yöneticiyiz; yaptığımız her iş, her şey bu toplumu, toplumsal sözleşmeyi, nihayet devleti mümkün kılıyor. Kısacası, emeğimiz, bu emekle yaptığımız iş bölümü var diye toplum var, devlet var. Gücümüz bu. Her şeyi kapsayacak, değiştirecek, yeniden başlatacak veya koruyacak bir güç. Bu da diğer dayanağımız.
Haklarımız, özgürlüklerimiz ve üretimden gelen gücümüz… İlki de zaten ikinci sayesinde var. Yakınçağ’daki her gelişmenin, imparatorlukların, çarlıkların yıkılmasının; parlamentolarının kurulmasının, halkın kendi adına söz söylemesinin çeşitli yollarını bulmamızın Sanayi Devrimi’yle at başı gitmesi bir tesadüf mü? İşçilerin bir araya gelmesinin ardından, sömürü koşullarının, insanın insana kulluğunun hem ekonomik hem siyasi planda sorgulanması, bunun teorisinin kurulması tesadüf mü? İlk fabrika prototipinin 1721’de İngiltere’de Derby şehrinde kurulması, ondan üç yıl sonra, 1724’te Immanuel Kant’ın Almanya Königsberg’de (şimdi Rusya toprağı) fabrikalı bir dünyaya doğması, 18’inci yüzyılın ikinci yarısında Kant’tan etkilenen Hegel’in çıkması, 19’uncu yüzyılın bir çocuğu olarak Marx’ın doğması, tüm bu zincir tesadüf mü? Nihayet bir elli yıl sonra da Lenin’in belirmesi… İlk fabrika ile Bolşevik Devrimi arasında iki yüz yıl bile yok. Ama sapasağlam bir zincir var.
Bu zinciri üretimden doğan güç mümkün kıldı. Aynı güç, dünyanın her tarafında o güne dek başkasının kulu kölesi olmuş insanları ayağa kaldırdı. Onlara hak ve özgürlükler verdi.
Ama bugünün siyasetinde bu güç ne kadar az görünüyor.
İnternet çağında üretim araçlarının değişmesi, değişmese bile değiştiği vehmine kapılınması bir faktör. Sovyetler Birliği’nin çökmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılıp Doğu Bloku’nun dağılması da bir başka faktör. Neticede yıkılan emekten doğmuş bir rejimdi.
Sonuçları oldu. Dünyanın her yerinde üretim araçlarına sahip olanları, onları ele geçirenleri zil takıp oynatan sonuçlar… Hiçbir şey olmadıysa, sendikal hareketler geriledi. İnsan emeğine yabancılaştı. Kendini işçi olarak görmeyen yeni kuşaklar, emekleri üzerine hiç konuşmamaya başladı. Emekten doğan güç görünmez oldu; emeğin siyaseti de ikinci plana atıldı.
Şimdi en görünür yerlerde, parlamentolarda ve medyada sol üstüne söz söyleyenler, emek siyasetini değil, hak ve özgürlükleri önceliyorlar; ikincisiyle yetiniyorlar. İkincisinin yanlış bir mücadele olduğunu söylemiyorum ama ilkinin yokluğundan daha büyük bir hata yok. İlki niye yok sahi?
Biraz kaba bir ayrıştırma olacak ama konuyu biraz daha açmak için yapacağım: Emekten doğan gücümüz bedenimizse, hak ve özgürlükler ruhumuz. İlkini güçlü kılmadığımız zaman, zorbalarla dolu dünyada dayak yiyip duruyoruz ve ruhumuz da zedeleniyor. Sendikal hareketin olmadığı bir dünyada hak ve özgürlüklerin bunca zarar görmesi, aşınması ve nihayet hukuk yoluyla, her zaman hukuk yoluyla, görünürde hukuk yoluyla elimizden bir bir alınması bir tesadüf mü? Sermaye dostu sağ liberallerin mücadele alanını hep kimlik meselesinde, toplumsal kutuplaşmada tutması tesadüf mü? Bizi ayakta duran iki unsurdan birini önemsemediğimizde ötekini de kırıyorlar işte, bunu anlamak zor mu? Hata burada.
3.
Hollanda’da Sosyalist Parti, önümüzdeki seçimlere “sosyal güvenlik” politikalarını önceleyerek gidecek. Nedir? Herkesin temel hakları vardır. İnsani ve öngörülebilir bir gelir, başının üstünde bir çatı, eğitime ve sağlık hizmetlerine erişim ve beklenmedik gelişmeler karşısında bir tampon…
“Temel konulara dönelim” demişler. Haklılar. Daha da temel bir mesele var. Fabrikalar, tarlalar, ofisler, kafeler restoranlar… Orada duruyorlar. İnsanlar orada. Her zamanki gibi oradalar. Çalışıyorlar. Üretiyorlar. Ürettiklerine, emeklerine yabancılar… Var olduklarını, güç olduklarını hissetmeyecek kadar yabancılar.
2010 yılının 23 Ağustos’unda, gece yarısından sonra 1.30 sularında Amsterdam’da bir ağaç yıkıldı. Bir kestane ağacı… Gün boyu devam eden fırtınaya dayanamamıştı. Zaten uzun süredir hastaydı, bir çelik konstrüksiyonla ayaktaydı. Bir mantar hastalığıyla zayıflamış, içi boşalmıştı. Sağlıklı ağaçları bile zorlayan o müthiş fırtınaya maruz kalınca daha fazla devam edemedi. Yıkıldı.
Şehrin en tanınan, en üstüne titrenen ağacıydı. Anne Frank’ın minik penceresinden gördüğü hayat parçasıydı.
“Kestane ağacımız tepeden tırnağa çiçeklendi, yapraklandı; bu sene geçen yıldan da güzel…”
Anne Frank, 13 Mayıs 1944’te günlüğüne böyle yazmıştı.
2.
Annelies Marie Frank ya da onu tanıdığımız adıyla Anne Frank, bugün dünyanın en bilinen yazarlarından biri… Yahudi olduğu için, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalindeki Amsterdam’da ailesiyle birlikte saklanmak zorunda kalmıştı. İleride bir yazar ve gazeteci olmak isteyen 12 yaşındaki Anne Frank, Prinsengracht’ta bir ofisten geçilerek ulaşılan gözden uzak “arka ev”de, 1942’den başlayarak iki yıl boyunca günlük tuttu. Ama ne günlük! “Acaba iyi bir yazar olabilecek miyim” diye kendine sorup duran Anne Frank sahiden de iyi bir yazardı. Yeteneği yaşının ötesindeydi.
Hepimizin bildiği üzere, bu yeteneği uzun süre kullanamadı.
Kestane ağacının tepeden tırnağa çiçeklenmesinin ardından üç ay geçmişti ki Frank’ın ailesinin saklandığı gizli ev bulundu. Önce Auschwitz Toplama Kampı’na gönderildiler. Oradan da üç yaş büyük ablası Margot ile bir başka toplama kampı olan Bergen-Belsen’e yollandılar. 1945’in şubatı veya martında, Anne ve Margot Frank, Bergen-Belsen’de, muhtemelen tifüs salgını yüzünden hayatlarını kaybetti
Anne Frank, kamptayken bir arkadaşına günlüğünü temel alan bir kitap yazmak istediğini söylemişti. Yıllar sonra babasının bulup yayımlattığı günlüğünün, dünyanın en çok satan kitapları listesine girdiğini, nesilden nesile okunduğunu göremedi.
3.
Kestane ağacı, Anne Frank’ın ardından 66 bahar daha gördü, 66 defa çiçeğe durdu. Nihayet 2010’da kelimenin gerçek anlamıyla göçüp gitti.
Acaba Anne Frank’ı tanımış mıydı? Ailesiyle savaştan saklanan bir küçük çocuğun onun sayesinde yaşama tutunduğunu fark etmiş miydi? Yıllar sonra insanların bu çocuğun hatırasıyla onu seyrettiklerini anlamış mıydı?
Bir noktada Anne Frank’ın hikâyesinin kendi hikâyesine dönüştüğünü, dallarının, kollarının, belki ruhlarının birbirine dolandığını sezmiş miydi?
İkisinin hikâyesi birleşmişti. Anne Frank’ın bakışlarından izler taşıyan kestane ağacı zaman içinde dünyanın en bilinen ağaçlarından birine dönüştü; onun akıbeti de Amsterdam’ın, Amsterdamlıların bir meselesi haline geldi.
Günlük’ün 1947’de yayımlanmasının üzerinden 25 yıl geçmişti ki, ağacın içinde durduğu bahçeye bir duvar örülmesi gündeme geldi. Anne Frank’ın küçük penceresinden seyrettiği bu ağaç, bir başkasının bahçesindeydi. Keizersgracht 188 numaralı adreste ikâmet ediyordu. Ama hatıralar herkesindi. Mahalleli ayaklandı. Ortalık ancak bir ağaçbilimcinin kökleri inceleyip duvarın ona zarar vermeyeceğini saptamasından sonra duruldu. O günden itibaren ağaç “Anne Frank’ın ağacı” olarak tanınmaya başladı.
Amsterdam Şehir Konseyi, 1993’te sırf onunla ilgilenmesi için bir ağaçbilimci bile atadı. Henk Werner isimli bu ağaçbilimci, ağacın bir mantar hastalığına tutulduğunu ilk haber veren kişi olacaktı.
Bu haberden sonra ağacın ve çevresindekilerin hayatında yeni bir sayfa açıldı.
Annelies Marie Frank ya da onu tanıdığımız adıyla Anne Frank, bugün dünyanın en bilinen yazarlarından biri… Yahudi olduğu için, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalindeki Amsterdam’da ailesiyle birlikte saklanmak zorunda kalmıştı. O günlerde tuttuğu günlükte, küçük penceresinden gördüğü, ona yaşama sevinci veren bir kestane ağacından bahsediyordu… Frank toplama kampında hayatını kaybetti, kestane ağacı ise süregiden bir hikâyeye dönüştü.
4.
O yeni sayfaya neler yazıldı?
Amsterdam’ın şehir gazetesi Het Parool, bu haftasonu Anne Frank’ın ağacının başına gelenlerin izini süren antropolog Irene Stengs ile konuşmuş. Akıbeti oradan öğreniyoruz.
Haber bir bakıma, bir şehirde hatıraların nerelere ulaşabileceğini, kimlere nasıl dokunabileceğini anlatıyor. Şüphesiz antropologların çok iyi yorumlayabileceği bir konu. Bir ağaç bir tür kutsallık kazanabilir mi? Stengs, “hisler kendilerini bir kişiye ya da bir nesneye bağlayabilir” diyor. “Sonra birden çok özel bir şey olur. Bizim Hollanda’da kestane ağacı ile ilgili bir tapınma kültürümüz yok ama neticede bu Anne Frank’ın günlüğünde bahsettiği ağaç.”
Ağacın hikâyesi hastalıkla beraber hızlandı; çevresindeki insanların sayısı arttı. Onu iyileştirmek için birçok çare düşünüldü ama bunlar işe yaramadı. Antropologun anlattıklarına göre ağaca huzur ve esenlik getirmek için bir Shinto seremonisi bile düzenlenmişti.
2006’da kestanenin hayatının sonuna yaklaştığı anlaşınca başka çarelere gidildi. “Ağaçbilimci Werner, belediyenin gözetiminde kestaneden birçok aşı dalı aldı ve onları Groningen’de bir ağaç üretme çiftliğine gönderdi. Plan, ağaç yıkıldığında, onun yerine bu çiftlikte üretilenlerden birini koymaktı.”
Ama işler planlandığı gibi gitmedi. 2006’nın sonunda “bu işi beklemeden kendimiz halledelim, eskisini kökleyip yenisini kendimiz törenle dikelim” diyen belediye müthiş bir tepkiyle karşılaştı. Dönemin belediye başkanı Job Cohen’e binlerce mail ve başvuru geldi. Kimileri yeni bir muhafaza metodu öneriyordu, kimisi ağaçtan bir parça istiyordu. Ağaçtan, kalemler, kuş evleri, gitarlar yapılmasını isteyen vardı. Bir öneri de kestanenin kâğıt hamuruna dönüştürülmesi ve Anne Frank’ın günlüğünün o kâğıtla üretilmesiydi.
Het Parool, “testerenin yaklaştığı fark edilince” insanların kestane toplamaya koştuğunu da yazmış. Bunların içinde, kestanelerden birini eBay’de on bin dolara satabilen bir Amsterdamlı da vardı.
Antropolog Stengs meselenin toplumsal başka yönleri olduğunu da anlatıyor: “Kimileri için bu ağacı korumak kişisel bir davaya, barbarlık ve her şeye kayıtsız kalma çağında Yahudi kültürünün korunması için bir mücadeleye dönüşmüştü. Bu da konuya ahlaki ve duygusal açılardan ciddi bir yük getirdi.”
Bu uğurda mücadele edenler, “Anne Frank’ın Ağacını Koruma Cemiyeti”ni (SAFT) kurdu. Ağacın bakım sorumluluğunu onlar aldı. Cemiyet, çizimlerle, fotoğraflarla bağış toplamayı başardı.
Sonuçta ağaç yerinde kaldı. Üzerine çelikten bir korse geçirildi.
Ta ki 23 Ağustos 2013’e kadar… O günkü fırtınada Amsterdam’da tek bir ağaç devrildi. O da Anne Frank’ın kestanesiydi…
5.
Ya sonra?
Yıkılan ağacın 25 tonluk gövdesi Frankfurt Yahudi Müzesi’ne gönderildi ama ağacın esas “sonrası” Keizersgracht 188’deki kestanenin Groningen’e götürülen aşılarından doğan “yavrularının” hikâyesi…
Anne Frank’ın ağacının durduğu bahçeye bir daha ağaç dikilmedi. Ama yavrular bütün dünyayı dolaştı. Yüz kadarı dünyanın çeşitli yerlerindeki Anne Frank okulları ve merkezlerine gitti. Bazıları Amerikan Kongre Binası’nın bahçesine ve İkiz Kuleler’in yerinde yapılan Özgürlük Parkı’na dikildi.
Amsterdam’da ise… Altı tanesi şehir mezarlığına dikildi. Üzerlerinde Anne Frank’ın ağacından geldiğine dair plaka var.
150 ağaç ise büyük bir şehir parkı olan Amsterdam Ormanı’nda. Üzerlerinde ne plaka ne de başka bir tanıtıcı işaret var. Hayatlarına anonim bir şekilde devam ediyorlar.
6.
Bir ağacın yanından geçer gidersiniz; bilmezsiniz, beklemezsiniz ama onun bir hikâyesi vardır. Dünyayı dolaşan bir hikâyesi… O hikâyeler insanlarınkine eklenir; dallarla kollar birbirine dolanır, ruhlar bitişir; beraberce büyür giderler. Dallanır budaklanırlar.
Anne Frank, günlüğüne 23 Şubat 1944’te şunları yazmıştı:
“Peter’le [Anne Frank’ın ailesiyle beraber saklanan van Pels ailesinin 15 yaşındaki oğlu] üstümüzdeki mavi gökyüzüne, dallarında damlacıkların ışıldadığı çıplak kestane ağacına, süzülerek uçan gümüşî martılara ve diğer kuşlara bakıyorduk; tüm bunlar ikimizi de öylesine etkilemişti ki artık konuşamıyorduk. (…) ‘Bu var oldukça’, diye düşündüm, “ben de bu güneş ışığını, bu bulutsuz gökleri görebildikçe hiç üzülmem.”
7.
Anne Frank bu gökleri çok kısa bir süre gördü. Çok da üzüldü.
Yazdıkları ise kaldı. Günün birinde bir yazar olmak istiyordu. Teselli değil ama bir yazar oldu. Hatıraları çoğaldı çoğaldı tüm dünyayı dolaştı. Hâlâ dolaşıyor.
Küçük penceresinden seyrettiği ağacın dünyayı dolaştığı gibi…
Yazılar kalıyor. Hatıralar kalıyor.
İnsanlar ağaçlar gibi… İnsanların hikâyeleri, ağaçların tohumları… Bitti denen yerde yeniden başlıyor. Dünyayı dolaşıyor.
Anne Frank küçük yaşına rağmen, yaşının çok ilerisinde bir yazardı. Yazmak üstüne de düşünen bir yazardı. İleride gazeteci veya yazar olmaya karar vermişti. Şu sözler onun günlüğünden: “Yazdığımda bütün sıkıntılarım dağılıyor. Endişelerim ortadan kayboluyor, ruhum canlanıyor. Ama ortada hâlâ büyük bir soru var: Bir gün büyük bir şey yazabilecek miyim, bir gazeteci ya da yazar olabilecek miyim?” Yazdıklarının tamamını Türkçe’de farklı yayınevlerinden yayımlanan kitaplarda okuyabilirsiniz. Hollandaca’da “Achterhuis” [Arkadaki Ev] diye bilinen günlüğün, Selim İleri’nin önsözü, Hakan Kuyucu’nun çevirisi ile Epsilon’dan yayımlanan bir versiyonu var. İş Bankası Kültür Yayınları da bu günlüğü Can Yücel çevirisiyle yayımlıyor.
Amerikan romancı Powers, modern dünyanın, bilim ve teknolojiyle şekillenen yaşamlarımızın hikâyelerini yazıyor. 2018’de yayımlanan 12’nci romanı “The Overstory” ağaçlar ve insanların birbirine dolanan hikâyeleri üzerineydi. Birçok farklı hikâyeyi bir araya getiren Powers, romanına Amerika’yı özellikle vuran ve kestaneleri kıran büyük salgını atlatmış bir ağacın nesillere yayılan ve Avrupa’dan ABD’ye ilerleyen hikâyesiyle başlıyordu. Bu ilginç kitap henüz Türkçemizde yok. Powers’ın diğer kitapları da öyle… Yayınevlerimiz verimli bir yazar olan Powers’la ilgilenirse okurlar için kazanç olur.
Su gibi akıp giden, bağlarla, kuşlarla, savaşlarla ilerleyen müthiş bir “aile” hikâyesi. “Miras”, bir ağaçla değilse de köküne kıran giren üzümlerle başlıyor. 19’uncu yüzyıl sonlarında, Fransa’dan bir bağcı, üzümlerine dadanan bir hastalık yüzünden artık o topraklarda üretim şansı kalmadığını anlayınca yeni dünyaya giden bir gemiye atlıyor ve bir tesadüf eseri gemiden ABD’de değil Şili’de iniyor. Sonrası yirminci yüzyılın fişek gibi bir hikâyesi. Şilili bir baba ile Venezuelalı bir anneden olma Fransız yazar Miguel Bonnefoy’un kaleminden… Birsel Uzma’nın çevirisi ve İş Bankası Kültür Yayınları’nın baskısı çok iyi.