Hollandalı sosyalistler soruyor: Yoksulluk artıyor peki sol neden yükselmiyor?

Hayat değiştikçe, teknoloji değiştikçe, üretim araçları değiştikçe, üretim hızı ve yöntemleri değiştikçe, kuşaklar değiştikçe, üretime, emeğe ve sola ilişkin algı da değişiyor. Emeğe yabancılaşma keskinleşiyor. Avrupa’da böyle. Mesela solun daha yeni seçimlerde sürklase olduğu Yunanistan’da böyle. Türkiye’de de böyle. Ama neden böyle?

Gazete Duvar’da 27 Eylül 2023’te yayımlandı.

1.

Hollanda’nın NRC gazetesinde tam sayfa bir haber. Sosyalist Parti’nin (SP) Kongresi’nden izlenimler… Başlık manidar: “SP’de ümitsizlik. Bunlar bizim konularımız, peki başarı nerede?”

“Bizim konularımız” diyenler partililer, “konularımız” dedikleri de yoksulluk ve geçim sıkıntısı. Gazete, meseleyi bir cümlede özetlemiş: Yoksulluk ve alım gücü gibi Sosyalist Parti’nin sürüklediği konular nadiren bu kadar gündem olur ama parti yine de eriyor. Bu nasıl mümkün olabilir? 

Gazeteye bakılırsa bunu partililer de anlamıyor. Yıllardır varlığını duyurmaya çalıştıkları tehlikeler artık son derece görünür halde ama oylar yine de başka yerlere, hem de temel dertleri bu konular olmayanlara kayıyor. Oylar, Yeşilller’e, liberallere, sosyal demokratlara, bazen düpedüz sağda konumlanmış yerel öncelikli partilere gidiyor. Meclis seçimlerinde parti yıllardır sandalye kaybediyor. Neden?

Sosyalist Parti, Hollanda’da bunun muhasebesini yapmaya çalışıyor ve kurdukları ortaklıklardan güncel meselelerdeki siyasi tutumlarına bir çok noktayı gözden geçiriyorlar. “Biz nerede yanlış yaptık” diyorlar. 

Bu elbette çok büyük bir soru; o kadar büyük ki, bana göre sol perspektif adına en az hata yapanlardan Sosyalist Parti’nin bile boyunu aşıyor. Hollanda’yı da aşıyor hatta. Bu, bütün Avrupa’da, dünyada hep sorulması gereken, cevabı da yine bana göre apaçık meydanda olan bir soru.

Apaçık dediğim cevap şu: Hata, solun, işçiden emekçiden, emek siyasetinden giderek uzaklaşmasında. İşçi sınıfının, kendi emeğine yabancılaşmasının araçlarından biri olmasında. Haklar özgürlükler mücadelesine bütün cephaneyi yığıp, üretimden gelen gücün hiç aşınmaz olduğunu zannetmesinde, hatta belki onu önemsememesinde. Sosyalist partiler bir kenara; özellikle merkez solu tutanların, sol liberallerin, yeşillerin, sosyal demokratların emekle ilgili tasarruflarının neredeyse sıfıra inmesinde.

Yıllardır örgütlü solu diri tutmak için çalışan çabalayan söz söyleyen fedakârlık yapanları kastetmiyorum elbette, çünkü onlara sadece şapka çıkarılır; ben özellikle iki binli yıllarda değişen dünyayla beraber yaşanan bir algı değişiminden bahsetmek istiyorum. Bu sorunun boyu bir partiyi aşıyor demem ondan.

Hayat değiştikçe, teknoloji değiştikçe, üretim araçları değiştikçe, üretim hızı ve yöntemleri değiştikçe, kuşaklar değiştikçe, üretime, emeğe ve sola ilişkin algı da değişiyor. 

Hollanda’da böyle. Mesela solun daha yeni seçimlerde sürklase olduğu Yunanistan’da böyle. Türkiye’de de böyle.  

2.

Bizi toplumsal hayatta ayakta tutan iki unsur var. Sosyal, demokratik ve laik olduğunu anayasayla tespit etmiş bir devletin yurttaşlarıyız. Yine anayasal bir ifadeyle herkesin birbirine eşit olarak yararlandığı belirlenmiş hak ve özgürlüklerimiz, hukukla teminat altında. En azından bizi bağlayan hukuki metinler bunu söylüyor. Birinci dayanağımız bu. 

Bir de üretimden gelen gücümüz var. Çalışıyoruz, üretiyoruz; bu toplumu var ediyoruz. Kol işçisiyiz, memuruz, gazeteciyiz, veznedarız, balıkçıyız, köylüyüz, tezgâhtarız, yöneticiyiz; yaptığımız her iş, her şey bu toplumu, toplumsal sözleşmeyi, nihayet devleti mümkün kılıyor. Kısacası, emeğimiz, bu emekle yaptığımız iş bölümü var diye toplum var, devlet var. Gücümüz bu. Her şeyi kapsayacak, değiştirecek, yeniden başlatacak veya koruyacak bir güç. Bu da diğer dayanağımız. 

Haklarımız, özgürlüklerimiz ve üretimden gelen gücümüz… İlki de zaten ikinci sayesinde var. Yakınçağ’daki her gelişmenin, imparatorlukların, çarlıkların yıkılmasının; parlamentolarının kurulmasının, halkın kendi adına söz söylemesinin çeşitli yollarını bulmamızın Sanayi Devrimi’yle at başı gitmesi bir tesadüf mü? İşçilerin bir araya gelmesinin ardından, sömürü koşullarının, insanın insana kulluğunun hem ekonomik hem siyasi planda sorgulanması, bunun teorisinin kurulması tesadüf mü? İlk fabrika prototipinin 1721’de İngiltere’de Derby şehrinde kurulması, ondan üç yıl sonra, 1724’te Immanuel Kant’ın Almanya Königsberg’de (şimdi Rusya toprağı) fabrikalı bir dünyaya doğması, 18’inci yüzyılın ikinci yarısında Kant’tan etkilenen Hegel’in çıkması, 19’uncu yüzyılın bir çocuğu olarak Marx’ın doğması, tüm bu zincir tesadüf mü? Nihayet bir elli yıl sonra da Lenin’in belirmesi… İlk fabrika ile Bolşevik Devrimi arasında iki yüz yıl bile yok. Ama sapasağlam bir zincir var. 

Bu zinciri üretimden doğan güç mümkün kıldı. Aynı güç, dünyanın her tarafında o güne dek başkasının kulu kölesi olmuş insanları ayağa kaldırdı. Onlara hak ve özgürlükler verdi. 

Ama bugünün siyasetinde bu güç ne kadar az görünüyor. 

İnternet çağında üretim araçlarının değişmesi, değişmese bile değiştiği vehmine kapılınması bir faktör. Sovyetler Birliği’nin çökmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılıp Doğu Bloku’nun dağılması da bir başka faktör. Neticede yıkılan emekten doğmuş bir rejimdi. 

Sonuçları oldu. Dünyanın her yerinde üretim araçlarına sahip olanları, onları ele geçirenleri zil takıp oynatan sonuçlar… Hiçbir şey olmadıysa, sendikal hareketler geriledi. İnsan emeğine yabancılaştı. Kendini işçi olarak görmeyen yeni kuşaklar, emekleri üzerine hiç konuşmamaya başladı. Emekten doğan güç görünmez oldu; emeğin siyaseti de ikinci plana atıldı.

Şimdi en görünür yerlerde, parlamentolarda ve medyada sol üstüne söz söyleyenler, emek siyasetini değil, hak ve özgürlükleri önceliyorlar; ikincisiyle yetiniyorlar. İkincisinin yanlış bir mücadele olduğunu söylemiyorum ama ilkinin yokluğundan daha büyük bir hata yok. İlki niye yok sahi?

Biraz kaba bir ayrıştırma olacak ama konuyu biraz daha açmak için yapacağım: Emekten doğan gücümüz bedenimizse, hak ve özgürlükler ruhumuz. İlkini güçlü kılmadığımız zaman, zorbalarla dolu dünyada dayak yiyip duruyoruz ve ruhumuz da zedeleniyor. Sendikal hareketin olmadığı bir dünyada hak ve özgürlüklerin bunca zarar görmesi, aşınması ve nihayet hukuk yoluyla, her zaman hukuk yoluyla, görünürde hukuk yoluyla elimizden bir bir alınması bir tesadüf mü? Sermaye dostu sağ liberallerin mücadele alanını hep kimlik meselesinde, toplumsal kutuplaşmada tutması tesadüf mü? Bizi ayakta duran iki unsurdan birini önemsemediğimizde ötekini de kırıyorlar işte, bunu anlamak zor mu? Hata burada. 

3.

Hollanda’da Sosyalist Parti, önümüzdeki seçimlere “sosyal güvenlik” politikalarını önceleyerek gidecek. Nedir? Herkesin temel hakları vardır. İnsani ve öngörülebilir bir gelir, başının üstünde bir çatı, eğitime ve sağlık hizmetlerine erişim ve beklenmedik gelişmeler karşısında bir tampon… 

“Temel konulara dönelim” demişler. Haklılar. Daha da temel bir mesele var. Fabrikalar, tarlalar, ofisler, kafeler restoranlar… Orada duruyorlar. İnsanlar orada. Her zamanki gibi oradalar. Çalışıyorlar. Üretiyorlar. Ürettiklerine, emeklerine yabancılar… Var olduklarını, güç olduklarını hissetmeyecek kadar yabancılar.

Photo by Lian Begett on Unsplash

Türkiye AKP iktidarında sesini nasıl kaybetti?  

Photo by Matt Botsford on Unsplash

7 Haziran 2023’te Gazete Duvar’da yayımlanmıştır.

1.

AKP, 2002 genel seçimlerinde iktidara geldiğinde yüksek lisans öğrencisiydim. Seçimin ertesi günü, dersten önce konuşurken, canımızın sıkıldığını gören hocamız, “Bakarsınız iyi olmuştur” demişti; “iki partili bir sistem Türkiye’de işe yarayabilir.”

İşe yaramadı. 

AKP’nin iktidar tarihini başlatan o sistemi ve seçimi hatırlayalım mı? 

Murat edilen bu değildi ama 2002 seçimleri müthiş bir sonuç üretmişti. 

AKP ve CHP dışındaki tüm partiler baraj altında kalmış, siyasi rejim birdenbire ve benzersiz şekilde iki partili bir rejim görüntüsüne bürünmüştü. 

Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki AKP, 10 milyon 808 bin oyla, toplam oyun yüzde 34,28’ini toplamıştı. Deniz Baykal’ın CHP’si ise 6 milyon 100 bin oyla (19,39) ikinci partiydi. İki parti bu oyların karşılığında, sırasıyla 363 ve 178 milletvekilleri kazandı (Toplam oyun yüzde 1’i kadarıyla da 9 bağımsız siyasetçi parlamentoya girebilmişti). 

Bence mühim olan geriye kalanlardı. Onların tablosu siyasi açıdan korkunçtu… 

Tansu Çiller’in DYP’si (9,54), Devlet Bahçeli’nin MHP’si (8,36), Cem Uzan’ın Genç Parti’si (7,25), Mehmet Abbasoğlu’nun DEHAP’ı (6,22), Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı (5,13), Recai Kutan’ın SP’si (2,49), Bülent Ecevit’in DSP’si (1,22), İsmail Cem’in YTP’si (1,15), Muhsin Yazıcıoğlu’nun BBP’si (1,02), Sadettin Tantan’ın Yurt Partisi (0,94), Doğu Perinçek’in İşçi Partisi (0,51), Haydar Baş’ın BTP’si (0,48), Ufuk Uras’ın ÖDP’si (0,34), Besim Tibuk’un LDP’si (0,28), Aykut Edibali’nin Millet Partisi (0,22), Aydemir Güler’in TKP’si (0,19)… İrili ufaklı on altı parti. Hepsi dışarıda kaldı. 

Rejimin “sigortası” diye kurgulanmış seçim barajı, bir toplumu sağından soluna, nice rengiyle, nice derdiyle temsil edilmez kılmıştı. Her zaman böyle yapıyordu ya, bu defa sistem partilerini de taca atmıştı. 

2002’nin iki partili rejiminde, toplumun yüzde 45’i, hadi “yarısı” diyelim, mecliste temsil edilmedi. 31 milyon 500 bin oyun 14 milyondan fazlası boşa gitti. 

AKP zaten sevinç içindeydi de bir önceki seçimde baraj altı kalmış CHP de, küllerinden doğduğunu düşünerek bu sonucu ve yeni defacto rejimi bayıla bayıla kabul etti. 

Merkez sağ ve sol partiler, milliyetçiler, Kürtler, sol… Hepsinin sesi ikinci bir seçime kadar kesildi. 

Sonrası zaten tarih… “Ses”siz bir tarih. 

2.

Bu tarihte neler olduğunu yaşayarak gördük, detaylarını yazmak zaten ciltler tutar ama tek bir cümle kuracaksam, ben Erdoğan’ın AKP’sinin, şu an 21 yaşını idrak eden iktidarı boyunca hep o ilk günü, ilk seçimin müthiş bir tesadüfler silsilesiyle ortaya çıkan aritmetiğini aradığını düşünüyorum. 

Mecliste iki ses olsun. İki sesli bir rejim olsun. Biz ve onlar… 

Bunu başardı da. Hem siyaseten hem de söylemsel olarak başardı. Başkanlık sistemi, neredeyse her oylamanın bir tür referanduma dönüşmesi, topyekûn siyaset ortamı… Kürtlerin önce bağımsız adaylarla, sonra tek bir partiyle meclise girme becerisi dışında, iki sesli bu sistem büyük oranda işledi ve bugünlere gelindi. 

Ama esas değişim zihinlerdeydi. Bir ülkenin hayatı “biz ve onlar”dan ibaret hale geldi. Ülke kutuplaştı. Siyaseten kutuplaşmakla kalmadı, duygusal olarak da kutuplaştı. 

3. 

Kılıçdaroğlu’nun ve Altılı Masa’nın “birleşe birleşe kazanacağız” stratejisi kapsayıcı ve iyi niyetli olmakla beraber, karşı tarafı çözemediği için, oy blokları donduğu için, kutuplaşmanın bir başka aracı olarak hizmet etti.  Birleşildi ama ancak yüzde 50’yi, yani kutuplardan birini kurmak için birleşilebildi. Her iki taraf da aşağı yukarı yüzde 50’lerde birleşti. Biraz daha birleşebilen seçimi kazandı. 

Bu arada renkler ortadan kalktı; onun yerine herkesin herkese benzemeye çalıştığı, kimsenin kimseyi ürkütmemeye gayret ettiği bir sessizlik geldi. Altılı Masa, esasen bu sistemin kalkmasını, artık birleşmeye gerek kalmamasını vaat etmişti ama mevcut sistem, bu vaadi de kendine benzeterek, sesleri ve renkleri ortadan kaldırarak işlevsizleştirdi.

YSP ve TİP’in varlığı dışında yine 2002 sularındayız. Geriye kalan yoğun bir sağ ve merkez sağ kuvveti. Meclise girebilenler birbirine benzeşe benzeşe, sesini kaybede kaybede girdi. Örneğin CHP’nin tam olarak neyi temsil ettiği, sesinin neye benzediği sorgulanır hale geldi. Ortada olan, Horasan’dan dün gelinmiş gibi bir meclis aritmetiği… 

Baştan aşağı kimlikler ve tahayyüller üzerinden kutuplaşmış bir ülkeyiz. Üstelik bu yarılmanın ekonomik ve toplumsal gerçekliklerle bir ilgisi de yok. İşçilerle, emekle, hakla, özgürlükle bir ilgisi yok. Kimlikten öte her şey sessiz…

Babala TV yayınında gençler tarafından Kılıçdaroğlu’na sorulan (kimlik kimlik kimlik) ve sorulmayan (ekonomi, hukuk) sorularıyla birlikte düşünün bunu.

Photo by Daniel Schludi on Unsplash

Baştan aşağı kimlikler ve tahayyüller üzerinden kutuplaşmış bir ülkeyiz. Üstelik bu yarılmanın ekonomik ve toplumsal gerçekliklerle bir ilgisi de yok. İşçilerle, emekle, hakla, özgürlükle bir ilgisi yok. Kimlikten öte her şey sessiz… 2002’den beri giderek sessizleşen bir ülkeyiz. 

4.

Bir de “sesler” var. Can acıtan sesler.

Seçim sonuçları muhaliflerin canını acıttı ama daha da acıtan herhalde sabahlara dek süren korna sesleriydi. Özellikle de muhaliflerin  yaşadığı düşünülen bazı mahallelerde yoğunlaşan korna sesleri… 

Kutuplaşma işte böyle bir ülke üretiyor. Muzaffer ülke. Mağlup ülke. Aynı anda. 

Bu güzel bir ülke tahayyülü değil. Dünyadaki bu tür rejimlerin hiçbiri güzel değil. Muzafferlerle mağlupların aynı ülkede yaşamıyormuş gibi yaptığı hiçbir rejim güzel değil. 

Başka yerlerde de benzer süreçler yaşandı, yaşanıyor. 

İskoç yazar Ali Smith’in “Autumn” (Sonbahar) isimli kitabını okuyordum. Smith’in romanının bir yerinde Brexit sonrası Britanya’yı resmettiği bölümde müthiş bir “ben burayı biliyorum” duygusu geldi. 

Bakalım size de gelecek mi? 

“ Memleketin dört bir yanında mutsuzluk ve neşe kol geziyordu. (…) Memleketin dört bir yanında, insanlar yanlış bir şey yaşandığını hissetti. Memleketin dört bir yanında insanlar doğru bir şey yaşandığını hissetti. Memleketin dört bir yanında insanlar tümden kaybettiklerini düşündü. Memleketin dört bir yanında insanlar tümden kazandıklarını düşündü. Memleketin dört bir yanında insanlar kendilerinin doğruyu diğerlerinin yanlışı yaptıklarını düşündü. Memleketin dört bir yanında insanlar Google’a ‘AB nedir’ diye sordu. Memleketin dört bir yanında insanlar Google’da ‘İskoçya’ya taşınma’yı aradı. Memleketin dört bir yanında insanlar, Google’a ‘İrlanda pasaport başvurusu’ diye yazdı. Memleketin dört bir yanında insanlar birbirine küfretti. Memleketin dört bir yanında insanlar kendini güvensiz hissetti. Memleketin dört bir yanında insanlar katıla katıla güldü. Memleketin dört bir yanında insanlar meşru kılındıklarını fark etti. Memleketin dört bir yanında insanlar birini kaybetmiş gibi üzüldü ve şoka girdi. Memleketin dört bir yanında insanlar kendilerini erdemli gördü. Memleketin dört bir yanında insanların midesi bulandı. Memleketin dört bir yanında insanlar tarihin yükünü omuzlarında buldu. Memleketin dört bir yanında insanlar tarihin hiçbir anlama gelmediğini düşündü. Memleketin dört bir yanında insanlar kendilerinin hiçbir anlamı yokmuş gibi hissetti. Memleketin dört bir yanında insanlar umutlarını memlekete iliştirdi. Memleketin dört bir yanında, insanlar yağmurun altında bayrak salladı. Memleketin dört bir yanında insanlar duvarlara gamalı haç çizdi. Memleketin dört bir yanında insanlar başka insanları tehdit etti. Memleketin dört bir yanında insanlar başka insanlardan gitmelerini talep etti. Memleketin dört bir yanında medya delirmişti. Memleketin dört bir yanında siyasetçiler yalan söyledi. Memleketin dört bir yanında siyasetçiler etkisiz hale geldi. Memleketin dört bir yanında siyasetçiler kayıplara karıştı. Memleketin dört bir yanında verilen sözler kayıplara karıştı. Memleketin dört bir yanında paralar kayıplara karıştı. Memleketin dört bir yanında esas iş gören sosyal medyaydı. Memleketin dört bir yanında işler giderek sevimsizleşti. Memleketin dört bir yanında kimse bunlardan bahsetmedi. Memleketin dört bir yanında kimse başka şeylerden bahsetmedi. Memleketin dört bir yanında ırkçı öfke genelleşti. Memleketin dört bir yanında insanlar esasında göçmenlere karşı olmadıklarını söyledi. Memleketin dört bir yanında insanlar esas meselenin kontrol olduğunu dile getirdi. Memleketin dört bir yanında her şey bir gecede değişti. Memleketin dört bir yanında zenginler ve yoksulların durumu hiç değişmedi. Memleketin dört bir yanında insanların çok az bir yüzdesi çoğunluğun sırtından geçinmeye devam etti. Memleketin dört bir yanında para bitti para bitti para bitti.”

5.

Bir ülke bu karşıtlıktan ibaret olamaz. Memleketin dört bir yanı böyle olamaz. 

Türkiye, 2002’de AKP iktidara geldiğinde de bu karşıtlıktan fazlasıydı. Bugün de öyle. Her seçimde yüzde 50’inin iradesini, isteğini, sesini çöpe atmayacağımız bir sistem kurmak için çalışmalıyız.

Ama bunu kendi sesimizi de koruyarak yapmalıyız. 

OKUMA ÖNERİLERİ 

Why We’re Polarized – Ezra Klein 

Amerikan gazeteci yazar ve podcast yayıncısı Klein’dan dilimizde olmamasına hayıflandığım bir kitap. Yayıncılar, muhtemelen kitabın Amerikan siyasi yaşantısına yoğun olarak yer vermesi yüzünden bu kitabı basmaya yanaşmadı ama kutuplaşmanın bir ülkede adım adım nasıl geliştiğini ve nasıl yerleştiğini anlayabilmek açısından çok etkili bir çalışma. Okuyabilenler okusun, derim. 

Fanusta Diyaloglar, Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları –  Emre Erdoğan – Pınar Uyan Semerci 

Bu da her fırsatta önerdiğim ve yeterince değerlendirilmediğini düşündüğüm bir eser. Erdoğan ve Semerci’nin çalışması, Türkiye’de kutuplaşmayı tarafların birbirine bakışı ve algılar üzerinden ele alıyor; “duygusal kutuplaşmayı” anlatıyor. Bu eseri, onu tamamlayan Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları – 2020 araştırmasıyla beraber düşünmek lazım. 2020 kısmından bir örnek vereyim. Araştırmaya göre, Türkiye’de insanlar kendi “taraflarını” vatansever (yüzde 87), ülkenin yararına çalışan (yüzde 86), onurlu (yüzde 85), açık fikirli (yüzde 84), zeki (yüzde 83) ve cömert (yüzde 80) kişiler olarak görürken; karşı tarafı ikiyüzlü (yüzde 86), kibirli (yüzde 82), zalim (yüzde 79), ülkeye tehdit oluşturan (yüzde 78) ve bağnaz (yüzde 77) bulduğunu söylüyor. 

Bekir Ağırdır – Hikâyesini Arayan Gelecek 

Araştırmacı yazar Ağırdır’dan Türkiye’de kutuplaşmanın dinamiklerini anlamak için önemli bir çalışma. Şu sözler kitaptan: “Türkiye 1960 öncesinde siyasi cepheleşme, 1980 öncesinde sol sağ çatışmaları biçiminde benzer süreçleri yaşadı. Ama bu süreçler toplumsal sağduyu ve mutabakatla değil, darbelerin güvenlikçi siyasetiyle sona erdi. Bugünkü kutuplaşma, önceki tüm dönemlerde tecrübe edilenlerden daha yoğun ve yaygın. Öylesine dinamik bir sorun ki, kendisini üreten nedenleri ve sonuçları da dönüştürme gücüne sahip. Sözün kısası, döngüsel bir nitelik arz ediyor.”

* Bu önerdiğim eserlerden, geçen yıl yayımlanan kendi kitabım “Memlekette Tuhaf Zamanlar – Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız”da fazlasıyla yararlanmıştım. Kendi çalışmamı da naçizane, kutuplaşmanın bugünlerini anlamak için, yukarıda sıraladığım öneriler arasına almak isterim. 

kantosuz dünyanın kantocusu

Biz bu gazeteleri okur olarak niye okuyoruz, gazeteciler olarak niye yapıyoruz?

Türkiye’nin en “cins” insanlarından birinin ölümünü ilk sayfadan duyurmayacaksa, bir hatıra niyetine fotoğrafını basmayacaksa gazeteler neden var?

Nurhan Damcıoğlu da aramızdan ayrıldı. Evet, Türkiye’nin ilginç ve cins şahsiyetlerindendi. Sesi, dansı, yorumu, kahkahası kendine özgüydü. Kantosuz bir dünyada hâlâ kantocuydu. Hepimizin tanıdığı, bildiği, kültür hayatında, hayatımızda bir yere yerleştirdiği biriydi.

Biriydi. Hayatlarımızdan geçip giden biriydi.

Yeni kuşak bilmez, bilse belki benimser belki benimsemez ama kimse Damcıoğlu’nun değerini tartışmaz. Beri yandan, bugünün gazetecileri çoğunluk onu bilir, kolektif hafızada o da yer alır. Ölmüş olmasının değil sadece, bu hayatı burada böyle yaşamış olmasının da bir haber değeri vardır. Söylemeye gerek yok ya, ön sayfada bir fotoğrafçık olsun konulacak bir değerdir bu. Bir gazetenin temel işi herkesin yarın unutacağı haberler yapmak değil, ülkesinin hafızasını korumaktır.

Hakikaten bu da olmayacaksa, gazeteler neden var?

Anne Frank’ın ağacının gitgide çiçeklenen hikâyesi

31 Mayıs 2023’de Gazete Duvar’da yayımlandı.

1.

2010 yılının 23 Ağustos’unda, gece yarısından sonra 1.30 sularında Amsterdam’da bir ağaç yıkıldı. Bir kestane ağacı… Gün boyu devam eden fırtınaya dayanamamıştı. Zaten uzun süredir hastaydı, bir çelik konstrüksiyonla ayaktaydı. Bir mantar hastalığıyla zayıflamış, içi boşalmıştı. Sağlıklı ağaçları bile zorlayan o müthiş fırtınaya maruz kalınca daha fazla devam edemedi. Yıkıldı. 

Şehrin en tanınan, en üstüne titrenen ağacıydı. Anne Frank’ın minik penceresinden gördüğü hayat parçasıydı. 

“Kestane ağacımız tepeden tırnağa çiçeklendi, yapraklandı; bu sene geçen yıldan da güzel…” 

Anne Frank, 13 Mayıs 1944’te günlüğüne böyle yazmıştı. 

2.

Annelies Marie Frank ya da onu tanıdığımız adıyla Anne Frank, bugün dünyanın en bilinen yazarlarından biri… Yahudi olduğu için, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalindeki Amsterdam’da ailesiyle birlikte saklanmak zorunda kalmıştı. İleride bir yazar ve gazeteci olmak isteyen 12 yaşındaki Anne Frank, Prinsengracht’ta bir ofisten geçilerek ulaşılan gözden uzak “arka ev”de, 1942’den başlayarak iki yıl boyunca günlük tuttu. Ama ne günlük! “Acaba iyi bir yazar olabilecek miyim” diye kendine sorup duran Anne Frank sahiden de iyi bir yazardı. Yeteneği yaşının ötesindeydi. 


Hepimizin bildiği üzere, bu yeteneği uzun süre kullanamadı.

Kestane ağacının tepeden tırnağa çiçeklenmesinin ardından üç ay geçmişti ki Frank’ın ailesinin saklandığı gizli ev bulundu. Önce Auschwitz Toplama Kampı’na gönderildiler. Oradan da üç yaş büyük ablası Margot ile bir başka toplama kampı olan Bergen-Belsen’e yollandılar. 1945’in şubatı veya martında, Anne ve Margot Frank, Bergen-Belsen’de, muhtemelen tifüs salgını yüzünden hayatlarını kaybetti 

Anne Frank, kamptayken bir arkadaşına günlüğünü temel alan bir kitap yazmak istediğini söylemişti. Yıllar sonra babasının bulup yayımlattığı günlüğünün, dünyanın en çok satan kitapları listesine girdiğini, nesilden nesile okunduğunu göremedi. 

3. 

Kestane ağacı, Anne Frank’ın ardından 66 bahar daha gördü, 66 defa çiçeğe durdu. Nihayet 2010’da kelimenin gerçek anlamıyla göçüp gitti. 

Acaba Anne Frank’ı tanımış mıydı? Ailesiyle savaştan saklanan bir küçük çocuğun onun sayesinde yaşama tutunduğunu fark etmiş miydi? Yıllar sonra insanların bu çocuğun hatırasıyla onu seyrettiklerini anlamış mıydı?

Bir noktada Anne Frank’ın hikâyesinin kendi hikâyesine dönüştüğünü, dallarının, kollarının, belki ruhlarının birbirine dolandığını sezmiş miydi?

İkisinin hikâyesi birleşmişti. Anne Frank’ın bakışlarından izler taşıyan kestane ağacı zaman içinde dünyanın en bilinen ağaçlarından birine dönüştü; onun akıbeti de Amsterdam’ın, Amsterdamlıların bir meselesi haline geldi. 

Günlük’ün 1947’de yayımlanmasının üzerinden 25 yıl geçmişti ki, ağacın içinde durduğu bahçeye bir duvar örülmesi gündeme geldi. Anne Frank’ın küçük penceresinden seyrettiği bu ağaç, bir başkasının bahçesindeydi. Keizersgracht 188 numaralı adreste ikâmet ediyordu. Ama hatıralar herkesindi. Mahalleli ayaklandı. Ortalık ancak bir ağaçbilimcinin kökleri inceleyip duvarın ona zarar vermeyeceğini saptamasından sonra duruldu. O günden itibaren ağaç “Anne Frank’ın ağacı” olarak tanınmaya başladı. 

Amsterdam Şehir Konseyi, 1993’te sırf onunla ilgilenmesi için bir ağaçbilimci bile atadı. Henk Werner isimli bu ağaçbilimci, ağacın bir mantar hastalığına tutulduğunu ilk haber veren kişi olacaktı. 

Bu haberden sonra ağacın ve çevresindekilerin hayatında yeni bir sayfa açıldı. 

Annelies Marie Frank ya da onu tanıdığımız adıyla Anne Frank, bugün dünyanın en bilinen yazarlarından biri… Yahudi olduğu için, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalindeki Amsterdam’da ailesiyle birlikte saklanmak zorunda kalmıştı. O günlerde tuttuğu günlükte, küçük penceresinden gördüğü, ona yaşama sevinci veren bir kestane ağacından bahsediyordu… Frank toplama kampında hayatını kaybetti, kestane ağacı ise süregiden bir hikâyeye dönüştü. 

4.

O yeni sayfaya neler yazıldı? 

Amsterdam’ın şehir gazetesi Het Parool, bu haftasonu Anne Frank’ın ağacının başına gelenlerin izini süren antropolog Irene Stengs ile konuşmuş. Akıbeti oradan öğreniyoruz.

Haber bir bakıma, bir şehirde hatıraların nerelere ulaşabileceğini, kimlere nasıl dokunabileceğini anlatıyor. Şüphesiz antropologların çok iyi yorumlayabileceği bir konu. Bir ağaç bir tür kutsallık kazanabilir mi? Stengs, “hisler kendilerini bir kişiye ya da bir nesneye bağlayabilir” diyor. “Sonra birden çok özel bir şey olur. Bizim Hollanda’da kestane ağacı ile ilgili bir tapınma kültürümüz yok ama neticede bu Anne Frank’ın günlüğünde bahsettiği ağaç.” 

Ağacın hikâyesi hastalıkla beraber hızlandı; çevresindeki insanların sayısı arttı. Onu iyileştirmek için birçok çare düşünüldü ama bunlar işe yaramadı. Antropologun anlattıklarına göre ağaca huzur ve esenlik getirmek için bir Shinto seremonisi bile düzenlenmişti. 

2006’da kestanenin hayatının sonuna yaklaştığı anlaşınca başka çarelere gidildi. “Ağaçbilimci Werner, belediyenin gözetiminde kestaneden birçok aşı dalı aldı ve onları Groningen’de bir ağaç üretme çiftliğine gönderdi. Plan, ağaç yıkıldığında, onun yerine bu çiftlikte üretilenlerden birini koymaktı.”

Ama işler planlandığı gibi gitmedi. 2006’nın sonunda “bu işi beklemeden kendimiz halledelim, eskisini kökleyip yenisini kendimiz törenle dikelim” diyen belediye müthiş bir tepkiyle karşılaştı. Dönemin belediye başkanı Job Cohen’e binlerce mail ve başvuru geldi. Kimileri yeni bir muhafaza metodu öneriyordu, kimisi ağaçtan bir parça istiyordu. Ağaçtan, kalemler, kuş evleri, gitarlar yapılmasını isteyen vardı. Bir öneri de kestanenin kâğıt hamuruna dönüştürülmesi ve  Anne Frank’ın günlüğünün o kâğıtla üretilmesiydi. 

Het Parool, “testerenin yaklaştığı fark edilince” insanların kestane toplamaya koştuğunu da yazmış. Bunların içinde, kestanelerden birini eBay’de on bin dolara satabilen bir Amsterdamlı da vardı. 

Antropolog Stengs meselenin toplumsal başka yönleri olduğunu da anlatıyor: “Kimileri için bu ağacı korumak kişisel bir davaya, barbarlık ve her şeye kayıtsız kalma çağında Yahudi kültürünün korunması için bir mücadeleye dönüşmüştü. Bu da konuya ahlaki ve duygusal açılardan ciddi bir yük getirdi.” 

Bu uğurda mücadele edenler, “Anne Frank’ın Ağacını Koruma Cemiyeti”ni (SAFT) kurdu. Ağacın bakım sorumluluğunu onlar aldı. Cemiyet, çizimlerle, fotoğraflarla bağış toplamayı başardı.

Sonuçta ağaç yerinde kaldı. Üzerine çelikten bir korse geçirildi.


Ta ki 23 Ağustos 2013’e kadar… O günkü fırtınada Amsterdam’da tek bir ağaç devrildi. O da Anne Frank’ın kestanesiydi… 

5. 

Ya sonra? 

Yıkılan ağacın 25 tonluk gövdesi Frankfurt Yahudi Müzesi’ne gönderildi ama ağacın esas “sonrası” Keizersgracht 188’deki kestanenin Groningen’e götürülen aşılarından doğan “yavrularının” hikâyesi… 

Anne Frank’ın ağacının durduğu bahçeye bir daha ağaç dikilmedi. Ama yavrular bütün dünyayı dolaştı. Yüz kadarı dünyanın çeşitli yerlerindeki Anne Frank okulları ve merkezlerine gitti.  Bazıları Amerikan Kongre Binası’nın bahçesine ve İkiz Kuleler’in yerinde yapılan Özgürlük Parkı’na dikildi. 

Amsterdam’da ise… Altı tanesi şehir mezarlığına dikildi. Üzerlerinde Anne Frank’ın ağacından geldiğine dair plaka var. 

150 ağaç ise büyük bir şehir parkı olan Amsterdam Ormanı’nda. Üzerlerinde ne plaka ne de başka bir tanıtıcı işaret var. Hayatlarına anonim bir şekilde devam ediyorlar. 

6.

Bir ağacın yanından geçer gidersiniz; bilmezsiniz, beklemezsiniz ama onun bir hikâyesi vardır. Dünyayı dolaşan bir hikâyesi… O hikâyeler insanlarınkine eklenir; dallarla kollar birbirine dolanır, ruhlar bitişir; beraberce büyür giderler. Dallanır budaklanırlar. 

Anne Frank, günlüğüne 23 Şubat 1944’te şunları yazmıştı: 

“Peter’le [Anne Frank’ın ailesiyle beraber saklanan van Pels ailesinin 15 yaşındaki oğlu] üstümüzdeki mavi gökyüzüne, dallarında damlacıkların ışıldadığı çıplak kestane ağacına,  süzülerek uçan gümüşî martılara ve diğer kuşlara bakıyorduk; tüm bunlar ikimizi de öylesine etkilemişti ki artık konuşamıyorduk. (…) ‘Bu var oldukça’, diye düşündüm, “ben de bu güneş ışığını, bu bulutsuz gökleri görebildikçe hiç üzülmem.”

7. 

Anne Frank bu gökleri çok kısa bir süre gördü. Çok da üzüldü. 

Yazdıkları ise kaldı. Günün birinde bir yazar olmak istiyordu. Teselli değil ama bir yazar oldu. Hatıraları çoğaldı çoğaldı tüm dünyayı dolaştı. Hâlâ dolaşıyor. 


Küçük penceresinden seyrettiği ağacın dünyayı dolaştığı gibi…


Yazılar kalıyor. Hatıralar kalıyor. 

İnsanlar ağaçlar gibi… İnsanların hikâyeleri, ağaçların tohumları… Bitti denen yerde yeniden başlıyor. Dünyayı dolaşıyor. 

 Kalıyor. 

OKUMA TAVSİYELERİ

1.

Anne Frank’ın Hatıra Defteri

Anne Frank küçük yaşına rağmen, yaşının çok ilerisinde bir yazardı. Yazmak üstüne de düşünen bir yazardı. İleride gazeteci veya yazar olmaya karar vermişti. Şu sözler onun günlüğünden: “Yazdığımda bütün sıkıntılarım dağılıyor. Endişelerim ortadan kayboluyor, ruhum canlanıyor. Ama ortada hâlâ büyük bir soru var: Bir gün büyük bir şey yazabilecek miyim, bir gazeteci ya da yazar olabilecek miyim?”  Yazdıklarının tamamını Türkçe’de farklı yayınevlerinden yayımlanan kitaplarda okuyabilirsiniz. Hollandaca’da “Achterhuis” [Arkadaki Ev] diye bilinen günlüğün, Selim İleri’nin önsözü, Hakan Kuyucu’nun çevirisi ile Epsilon’dan yayımlanan bir versiyonu var. İş Bankası Kültür Yayınları da bu günlüğü Can Yücel çevirisiyle yayımlıyor. 

2. 

Overstory – Richard Powers 

Amerikan romancı Powers, modern dünyanın, bilim ve teknolojiyle şekillenen yaşamlarımızın hikâyelerini yazıyor. 2018’de yayımlanan 12’nci romanı “The Overstory” ağaçlar ve insanların birbirine dolanan hikâyeleri üzerineydi. Birçok farklı hikâyeyi bir araya getiren Powers, romanına Amerika’yı özellikle vuran ve kestaneleri kıran büyük salgını atlatmış bir ağacın nesillere yayılan ve Avrupa’dan ABD’ye ilerleyen hikâyesiyle başlıyordu. Bu ilginç kitap henüz Türkçemizde yok. Powers’ın diğer kitapları da öyle… Yayınevlerimiz verimli bir yazar olan Powers’la ilgilenirse okurlar için kazanç olur. 

3.  

Miras – Miguel Bonnefoy 

Su gibi akıp giden, bağlarla, kuşlarla, savaşlarla ilerleyen müthiş bir “aile” hikâyesi. “Miras”, bir ağaçla değilse de köküne kıran giren üzümlerle başlıyor. 19’uncu yüzyıl sonlarında, Fransa’dan bir bağcı, üzümlerine dadanan bir hastalık yüzünden artık o topraklarda üretim şansı kalmadığını anlayınca yeni dünyaya giden bir gemiye atlıyor ve bir tesadüf eseri gemiden ABD’de değil Şili’de iniyor. Sonrası yirminci yüzyılın fişek gibi bir hikâyesi. Şilili bir baba ile Venezuelalı bir anneden olma Fransız yazar Miguel Bonnefoy’un kaleminden… Birsel Uzma’nın çevirisi ve İş Bankası Kültür Yayınları’nın baskısı çok iyi. 

michael schumacher’in çiğnenen onuru

26 Nisan 2023’te Gazete Duvar’da yayımlandı.

1.

Kapakta kocaman puntolarla “ilk röportaj” yazıyor. İlk röportaj… Yüzlerce röportajdan sonra uzun bir sessizlik ve sonrasında ilk röportaj. Yeni bir dönem…

Bunun “dünya çapında bir sansasyon” olduğu da kapaktan duyuruluyor. Nasıl olmasın? Eski günlerdeki gibi böyle ferah ferah gülümseyen kişi, çok değil on küsur yıl önce dünyanın en büyük sporcularındandı. Kimine göre bir numaraydı. Sonra Fransız Alplerinde kayak yaparken bir kaza geçirdi; bitkisel hayata girdi ve onu bir daha görmedik. 2013’tü. On sene olmuş… Sessiz sedasız bir on sene.  

Alman Die Aktüelle dergisinin geçen haftaki kapağı bu yüzden rüya gibiydi işte. Formula 1’in efsane pilotu Michael Schumacher yıllar sonra yeni sözlerle aramıza dönmüştü. Hem de öyle güçsüz bir selamla ya da zoraki gülümseyişle değil, ayrıntılı bir röportaj vererek. Dergi buna ayrıca dikkat çekiyordu; “bizim yaptığımız röportaj yakınlarının ağzından yuvarlak laflar almaktan ibaret değil” diyordu. “Sorularımızı bizzat Michael Schumacher cevapladı.”

Röportaj, kaza ve iyileşme süreci üzerineydi. Okurlar, Schumacher’in “hayatım tümüyle değişti” dediğini okudular. Formula 1 ikonu, tüm ailesinin ne kadar zor bir süreçten geçtiğini anlatıyordu. Daha bir sürü ayrıntı… Müthiş bir röportaj. İnanılmaz!

2.

İnanılmaz hakikaten. Bu ifadeyi bazen bir şeyin ne kadar büyük, görkemli veya önemli olduğunu anlamak için kullanırız. O şey o kadar sıradışıdır ki inanılmaz gelir. 

Cuk oturmuş bu sefer. Birinci anlamıyla cuk oturmuş. Röportaj inanılmazdı, çünkü gerçek değildi. Die Aktüelle’ciler röportajı “Schumacher’miş gibi yaptırdıkları” yapay zekâdan türetmişti. Bu “gerçek” de ancak iç sayfalarda küçük puntolarla sunulmuştu. 

Tatsız… Hakikaten tatsız. Okur açısından tatsız, meslek açısından tatsız, en önemlisi Schumacher ailesi açısından tatsız. 

“Röportaj” geçen hafta yayımlanmıştı. Arkası hızlı geldi. Basında ve sosyal medyada tepkiler büyüdü. Aile, yasal haklarını arayacağını bildirdi. Yayıncı şirket Funke, bir özür metni yayımladı ve Die Aktüelle’in genel yayın yönetmeninin işine son verdiklerini duyurdu. 

Tuhaf bir konu da böylece kapanmış oldu. 

Şimdilik…

3. 

Gelecekte bu röportajları daha çok okuyacağız. Bugün aramızda olmayan sporcularla, sanatçılarla, yazarlarla, siyasilerle yapılmış röportajlara daha çok rastlayacağız. Bunun için bu röportaj kişilerinin daha önce röportajlar vermiş, görüşler bildirmiş veya kitaplar yazmış olmaları yetecek. Onların yapay zekâya yüklenmiş belleklerine yeni koşullara, yeni yaşamlara, yeni zamanlara göre yeni laflar ürettirilecek. 

Üstelik bunlar metinlerin içine küçük puntolarla saklanmayacak. İlk zamanlar biraz mahcubiyetle, sonra belki gösterişli bir iddiayla ve nihayet bu tuhaf zamanlarda hiç fark etmeyeceği için omuz silker gibi öylesine, “bu bir yapay zekâ metnidir” denilerek yayımlanacak. 

Socrates’in yapay zekâ hakkındaki değerlendirmesini okuyacaksınız. 

Napolyon’un Putin ve Ukrayna seferi hakkındaki yorumlarını okuyacaksınız. 

Virginia Woolf, yeni çıkan bir roman hakkında görüş bildirecek. 

Bunları tüm insanlık birikimiyle çarpın, bölün, toplayın, çıkarın. O kadar fazla örnekle karşılaşacaksınız. Tatsız örnekler olacaktır çoğu. İçlerinden belki birkaç ilginç fikir de çıkar, o kadar. 

Sonra bu da tavsayacak. O kadar çok örneği olduğu, artık bir yenilik getirmediği için tavsayacak. Böyle bir röportajı bir gazetecinin kotarmasına ve bunu bir gazetede, dergide yayımlamasına gerek kalmayacak. Socrates’in, Aristoteles’in veya Nietzsche’nin herhangi bir konu hakkında herhangi bir görüşünü merak ediyorsanız, onu gidip Socrates bot’una siz soracaksınız. Eski metinlerle ve olasılık hesaplarıyla beslenmiş yapay zekâ bunu mümkün kılacak.

Zaten ileride belki sizler de birer bot olacaksınız. Ama şimdilik burada duralım. 

4.

Bugüne geri dönelim. 

Az önce böyle bir röportajı bir gazetecinin kotarmasına ve bunun bir gazetede, dergide yayımlanmasına gerek kalmayacak demiştim. 

Esası elbette şudur: Bugün de buna gerek olmamalıydı. Ama olmuş. Peki neden olmuş?

Bu işin bir nedeni, gazetecilerin yeni oyuncaklara merakı… Bir yenilik gördüler mi illa ki denemek isterler. Bu test sürüşü sırasında, yaptığının öncesini ve sonrasını düşünmeyen biri illa ki çıkar ve zarını atar. Karar alıcıların çevresinde “yahu bu da yapılır mı” diyecek makul biri yoktur, izansızlık bir ekip işidir. Hatta bir ortam işidir. Bugünü ortamı da buna müsait. Emin olun, “Schumacher röportajı” çıkmasaydı; bir başka acar gazeteci bir başka imkânsız röportajla gelecekti. 

Bir başka neden, meslektaşlarım da dahil birçoğumuzun zihninde hakiki ile sahte arasındaki sınır çizgilerinin silinmiş olması. Bazılarımızda topyekûn silinmiş, bazılarımızda da ara ara, duruma ve çıkara göre silinebiliyor. Hakikat-sonrası dönemin gazeteciler açısından sürekli imtihan ürettiği bir dönemdeyiz. Bu imtihanlar iyi geçmiyor. 

Ama bir sebep daha var. Bana kalırsa, esas sebep de bu: Gazetecilerin yenilikler bahsinde genellikle ortamı okuyamaması…

Yapay zekâya röportaj yaptırmak isteyen elbette yaptırır, elini tutan yok da, bu akışı hızlandırmaktan başka bir şey değil. 

5. 

Akış veya gidişat, bugünlerde gazeteciler arasında da tartışılıyor. Klasik soru: Yapay zekâ işimizi elimizden mi alacak, yoksa bize süper ve yeni güçler mi verecek? 

Geçen hafta Perugia, İtalya’daki Uluslararası Gazetecilik Festivali’nde de en çok konuşulan konu buymuş. 

Bir yerlerde gazetecilerin gazetecilik hakkında konuşması kadar sıkıcı az şeyin olduğunu ve bu tür ahkâmın başkası tarafından pek okunmadığını okumuştum; bu yüzden (şimdilik!) bir gazetecilik tartışmasına girmeyeceğim ama yapay zekâ herkesi ilgilendirdiği için yine de bir iki şey söylemek isterim. 

Perugia’da yapay zekânın zaten gazetecilikte bir ölçüde uygulandığı ve bunun güçlenerek gelişeceği fikri de elbette dillendirilmiş. Ama işin yine insanda bittiği “insan-makine-insan” dizgesiyle ilerlemek gerektiği söylenmiş: İnsan bir fikirle çıkacak, makine geliştirecek, insan kontrol edecek. Katılmamak mümkün değil.

Şunlardan da bahsedilmiş: Yapay zekâ araştırma yapıyor, bant çözüyor, veri doğruluyor, daha bir sürü hizmet… Perugia’da bunu “bir tür süperstajyer” diye tarif eden gazeteciler var.

Güzel temenniler tabii…

Ama benim bildiğim, gazetecilik, bir laboratuvar ortamı değildir. Normal şartlar altında, ideal koşullarda yaşanmaz. Hemen her yerde ve hemen her örnekte “patronla” icra edilen bir meslektir. Patron ise her fırsatta masraf azaltmak isteyen bir insan türüdür. Masraf dediğin, patronun gözünde, en çok sigortadan, bordrodan, yani “kanlı canlı” insandan kısılır. Birisinin “süperstajyer” gördüğü yerde bir patron “bordrosuzluk imkânı” görür. 

Ben bunca yılda başka türlüsünü görmedim. “Başka türlü gazetecilik de icra ediliyor” diyenler varsa onlara da esenlikler dilerim ve bu türlüsünün egemen olmasını canı gönülden istediğimi bildiririm.

Ama şunu da yinelerim: Neticede gazeteci milleti, ortamı okumada çok da iyi değildir. İyi olsa, “Schumacher gazeteciliği” örneklerini görmezdik. 

İlerisi için de durum aynı.

Napolyon’un Putin hakkında ne düşüneceği belki ilginçtir ama esas ilginç olan halen Putin’in Napolyon hakkında ne düşündüğü… Biraz gerçek işlere kafa yoralım derim!