Türkiye AKP iktidarında sesini nasıl kaybetti?  

Photo by Matt Botsford on Unsplash

7 Haziran 2023’te Gazete Duvar’da yayımlanmıştır.

1.

AKP, 2002 genel seçimlerinde iktidara geldiğinde yüksek lisans öğrencisiydim. Seçimin ertesi günü, dersten önce konuşurken, canımızın sıkıldığını gören hocamız, “Bakarsınız iyi olmuştur” demişti; “iki partili bir sistem Türkiye’de işe yarayabilir.”

İşe yaramadı. 

AKP’nin iktidar tarihini başlatan o sistemi ve seçimi hatırlayalım mı? 

Murat edilen bu değildi ama 2002 seçimleri müthiş bir sonuç üretmişti. 

AKP ve CHP dışındaki tüm partiler baraj altında kalmış, siyasi rejim birdenbire ve benzersiz şekilde iki partili bir rejim görüntüsüne bürünmüştü. 

Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki AKP, 10 milyon 808 bin oyla, toplam oyun yüzde 34,28’ini toplamıştı. Deniz Baykal’ın CHP’si ise 6 milyon 100 bin oyla (19,39) ikinci partiydi. İki parti bu oyların karşılığında, sırasıyla 363 ve 178 milletvekilleri kazandı (Toplam oyun yüzde 1’i kadarıyla da 9 bağımsız siyasetçi parlamentoya girebilmişti). 

Bence mühim olan geriye kalanlardı. Onların tablosu siyasi açıdan korkunçtu… 

Tansu Çiller’in DYP’si (9,54), Devlet Bahçeli’nin MHP’si (8,36), Cem Uzan’ın Genç Parti’si (7,25), Mehmet Abbasoğlu’nun DEHAP’ı (6,22), Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı (5,13), Recai Kutan’ın SP’si (2,49), Bülent Ecevit’in DSP’si (1,22), İsmail Cem’in YTP’si (1,15), Muhsin Yazıcıoğlu’nun BBP’si (1,02), Sadettin Tantan’ın Yurt Partisi (0,94), Doğu Perinçek’in İşçi Partisi (0,51), Haydar Baş’ın BTP’si (0,48), Ufuk Uras’ın ÖDP’si (0,34), Besim Tibuk’un LDP’si (0,28), Aykut Edibali’nin Millet Partisi (0,22), Aydemir Güler’in TKP’si (0,19)… İrili ufaklı on altı parti. Hepsi dışarıda kaldı. 

Rejimin “sigortası” diye kurgulanmış seçim barajı, bir toplumu sağından soluna, nice rengiyle, nice derdiyle temsil edilmez kılmıştı. Her zaman böyle yapıyordu ya, bu defa sistem partilerini de taca atmıştı. 

2002’nin iki partili rejiminde, toplumun yüzde 45’i, hadi “yarısı” diyelim, mecliste temsil edilmedi. 31 milyon 500 bin oyun 14 milyondan fazlası boşa gitti. 

AKP zaten sevinç içindeydi de bir önceki seçimde baraj altı kalmış CHP de, küllerinden doğduğunu düşünerek bu sonucu ve yeni defacto rejimi bayıla bayıla kabul etti. 

Merkez sağ ve sol partiler, milliyetçiler, Kürtler, sol… Hepsinin sesi ikinci bir seçime kadar kesildi. 

Sonrası zaten tarih… “Ses”siz bir tarih. 

2.

Bu tarihte neler olduğunu yaşayarak gördük, detaylarını yazmak zaten ciltler tutar ama tek bir cümle kuracaksam, ben Erdoğan’ın AKP’sinin, şu an 21 yaşını idrak eden iktidarı boyunca hep o ilk günü, ilk seçimin müthiş bir tesadüfler silsilesiyle ortaya çıkan aritmetiğini aradığını düşünüyorum. 

Mecliste iki ses olsun. İki sesli bir rejim olsun. Biz ve onlar… 

Bunu başardı da. Hem siyaseten hem de söylemsel olarak başardı. Başkanlık sistemi, neredeyse her oylamanın bir tür referanduma dönüşmesi, topyekûn siyaset ortamı… Kürtlerin önce bağımsız adaylarla, sonra tek bir partiyle meclise girme becerisi dışında, iki sesli bu sistem büyük oranda işledi ve bugünlere gelindi. 

Ama esas değişim zihinlerdeydi. Bir ülkenin hayatı “biz ve onlar”dan ibaret hale geldi. Ülke kutuplaştı. Siyaseten kutuplaşmakla kalmadı, duygusal olarak da kutuplaştı. 

3. 

Kılıçdaroğlu’nun ve Altılı Masa’nın “birleşe birleşe kazanacağız” stratejisi kapsayıcı ve iyi niyetli olmakla beraber, karşı tarafı çözemediği için, oy blokları donduğu için, kutuplaşmanın bir başka aracı olarak hizmet etti.  Birleşildi ama ancak yüzde 50’yi, yani kutuplardan birini kurmak için birleşilebildi. Her iki taraf da aşağı yukarı yüzde 50’lerde birleşti. Biraz daha birleşebilen seçimi kazandı. 

Bu arada renkler ortadan kalktı; onun yerine herkesin herkese benzemeye çalıştığı, kimsenin kimseyi ürkütmemeye gayret ettiği bir sessizlik geldi. Altılı Masa, esasen bu sistemin kalkmasını, artık birleşmeye gerek kalmamasını vaat etmişti ama mevcut sistem, bu vaadi de kendine benzeterek, sesleri ve renkleri ortadan kaldırarak işlevsizleştirdi.

YSP ve TİP’in varlığı dışında yine 2002 sularındayız. Geriye kalan yoğun bir sağ ve merkez sağ kuvveti. Meclise girebilenler birbirine benzeşe benzeşe, sesini kaybede kaybede girdi. Örneğin CHP’nin tam olarak neyi temsil ettiği, sesinin neye benzediği sorgulanır hale geldi. Ortada olan, Horasan’dan dün gelinmiş gibi bir meclis aritmetiği… 

Baştan aşağı kimlikler ve tahayyüller üzerinden kutuplaşmış bir ülkeyiz. Üstelik bu yarılmanın ekonomik ve toplumsal gerçekliklerle bir ilgisi de yok. İşçilerle, emekle, hakla, özgürlükle bir ilgisi yok. Kimlikten öte her şey sessiz…

Babala TV yayınında gençler tarafından Kılıçdaroğlu’na sorulan (kimlik kimlik kimlik) ve sorulmayan (ekonomi, hukuk) sorularıyla birlikte düşünün bunu.

Photo by Daniel Schludi on Unsplash

Baştan aşağı kimlikler ve tahayyüller üzerinden kutuplaşmış bir ülkeyiz. Üstelik bu yarılmanın ekonomik ve toplumsal gerçekliklerle bir ilgisi de yok. İşçilerle, emekle, hakla, özgürlükle bir ilgisi yok. Kimlikten öte her şey sessiz… 2002’den beri giderek sessizleşen bir ülkeyiz. 

4.

Bir de “sesler” var. Can acıtan sesler.

Seçim sonuçları muhaliflerin canını acıttı ama daha da acıtan herhalde sabahlara dek süren korna sesleriydi. Özellikle de muhaliflerin  yaşadığı düşünülen bazı mahallelerde yoğunlaşan korna sesleri… 

Kutuplaşma işte böyle bir ülke üretiyor. Muzaffer ülke. Mağlup ülke. Aynı anda. 

Bu güzel bir ülke tahayyülü değil. Dünyadaki bu tür rejimlerin hiçbiri güzel değil. Muzafferlerle mağlupların aynı ülkede yaşamıyormuş gibi yaptığı hiçbir rejim güzel değil. 

Başka yerlerde de benzer süreçler yaşandı, yaşanıyor. 

İskoç yazar Ali Smith’in “Autumn” (Sonbahar) isimli kitabını okuyordum. Smith’in romanının bir yerinde Brexit sonrası Britanya’yı resmettiği bölümde müthiş bir “ben burayı biliyorum” duygusu geldi. 

Bakalım size de gelecek mi? 

“ Memleketin dört bir yanında mutsuzluk ve neşe kol geziyordu. (…) Memleketin dört bir yanında, insanlar yanlış bir şey yaşandığını hissetti. Memleketin dört bir yanında insanlar doğru bir şey yaşandığını hissetti. Memleketin dört bir yanında insanlar tümden kaybettiklerini düşündü. Memleketin dört bir yanında insanlar tümden kazandıklarını düşündü. Memleketin dört bir yanında insanlar kendilerinin doğruyu diğerlerinin yanlışı yaptıklarını düşündü. Memleketin dört bir yanında insanlar Google’a ‘AB nedir’ diye sordu. Memleketin dört bir yanında insanlar Google’da ‘İskoçya’ya taşınma’yı aradı. Memleketin dört bir yanında insanlar, Google’a ‘İrlanda pasaport başvurusu’ diye yazdı. Memleketin dört bir yanında insanlar birbirine küfretti. Memleketin dört bir yanında insanlar kendini güvensiz hissetti. Memleketin dört bir yanında insanlar katıla katıla güldü. Memleketin dört bir yanında insanlar meşru kılındıklarını fark etti. Memleketin dört bir yanında insanlar birini kaybetmiş gibi üzüldü ve şoka girdi. Memleketin dört bir yanında insanlar kendilerini erdemli gördü. Memleketin dört bir yanında insanların midesi bulandı. Memleketin dört bir yanında insanlar tarihin yükünü omuzlarında buldu. Memleketin dört bir yanında insanlar tarihin hiçbir anlama gelmediğini düşündü. Memleketin dört bir yanında insanlar kendilerinin hiçbir anlamı yokmuş gibi hissetti. Memleketin dört bir yanında insanlar umutlarını memlekete iliştirdi. Memleketin dört bir yanında, insanlar yağmurun altında bayrak salladı. Memleketin dört bir yanında insanlar duvarlara gamalı haç çizdi. Memleketin dört bir yanında insanlar başka insanları tehdit etti. Memleketin dört bir yanında insanlar başka insanlardan gitmelerini talep etti. Memleketin dört bir yanında medya delirmişti. Memleketin dört bir yanında siyasetçiler yalan söyledi. Memleketin dört bir yanında siyasetçiler etkisiz hale geldi. Memleketin dört bir yanında siyasetçiler kayıplara karıştı. Memleketin dört bir yanında verilen sözler kayıplara karıştı. Memleketin dört bir yanında paralar kayıplara karıştı. Memleketin dört bir yanında esas iş gören sosyal medyaydı. Memleketin dört bir yanında işler giderek sevimsizleşti. Memleketin dört bir yanında kimse bunlardan bahsetmedi. Memleketin dört bir yanında kimse başka şeylerden bahsetmedi. Memleketin dört bir yanında ırkçı öfke genelleşti. Memleketin dört bir yanında insanlar esasında göçmenlere karşı olmadıklarını söyledi. Memleketin dört bir yanında insanlar esas meselenin kontrol olduğunu dile getirdi. Memleketin dört bir yanında her şey bir gecede değişti. Memleketin dört bir yanında zenginler ve yoksulların durumu hiç değişmedi. Memleketin dört bir yanında insanların çok az bir yüzdesi çoğunluğun sırtından geçinmeye devam etti. Memleketin dört bir yanında para bitti para bitti para bitti.”

5.

Bir ülke bu karşıtlıktan ibaret olamaz. Memleketin dört bir yanı böyle olamaz. 

Türkiye, 2002’de AKP iktidara geldiğinde de bu karşıtlıktan fazlasıydı. Bugün de öyle. Her seçimde yüzde 50’inin iradesini, isteğini, sesini çöpe atmayacağımız bir sistem kurmak için çalışmalıyız.

Ama bunu kendi sesimizi de koruyarak yapmalıyız. 

OKUMA ÖNERİLERİ 

Why We’re Polarized – Ezra Klein 

Amerikan gazeteci yazar ve podcast yayıncısı Klein’dan dilimizde olmamasına hayıflandığım bir kitap. Yayıncılar, muhtemelen kitabın Amerikan siyasi yaşantısına yoğun olarak yer vermesi yüzünden bu kitabı basmaya yanaşmadı ama kutuplaşmanın bir ülkede adım adım nasıl geliştiğini ve nasıl yerleştiğini anlayabilmek açısından çok etkili bir çalışma. Okuyabilenler okusun, derim. 

Fanusta Diyaloglar, Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları –  Emre Erdoğan – Pınar Uyan Semerci 

Bu da her fırsatta önerdiğim ve yeterince değerlendirilmediğini düşündüğüm bir eser. Erdoğan ve Semerci’nin çalışması, Türkiye’de kutuplaşmayı tarafların birbirine bakışı ve algılar üzerinden ele alıyor; “duygusal kutuplaşmayı” anlatıyor. Bu eseri, onu tamamlayan Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları – 2020 araştırmasıyla beraber düşünmek lazım. 2020 kısmından bir örnek vereyim. Araştırmaya göre, Türkiye’de insanlar kendi “taraflarını” vatansever (yüzde 87), ülkenin yararına çalışan (yüzde 86), onurlu (yüzde 85), açık fikirli (yüzde 84), zeki (yüzde 83) ve cömert (yüzde 80) kişiler olarak görürken; karşı tarafı ikiyüzlü (yüzde 86), kibirli (yüzde 82), zalim (yüzde 79), ülkeye tehdit oluşturan (yüzde 78) ve bağnaz (yüzde 77) bulduğunu söylüyor. 

Bekir Ağırdır – Hikâyesini Arayan Gelecek 

Araştırmacı yazar Ağırdır’dan Türkiye’de kutuplaşmanın dinamiklerini anlamak için önemli bir çalışma. Şu sözler kitaptan: “Türkiye 1960 öncesinde siyasi cepheleşme, 1980 öncesinde sol sağ çatışmaları biçiminde benzer süreçleri yaşadı. Ama bu süreçler toplumsal sağduyu ve mutabakatla değil, darbelerin güvenlikçi siyasetiyle sona erdi. Bugünkü kutuplaşma, önceki tüm dönemlerde tecrübe edilenlerden daha yoğun ve yaygın. Öylesine dinamik bir sorun ki, kendisini üreten nedenleri ve sonuçları da dönüştürme gücüne sahip. Sözün kısası, döngüsel bir nitelik arz ediyor.”

* Bu önerdiğim eserlerden, geçen yıl yayımlanan kendi kitabım “Memlekette Tuhaf Zamanlar – Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız”da fazlasıyla yararlanmıştım. Kendi çalışmamı da naçizane, kutuplaşmanın bugünlerini anlamak için, yukarıda sıraladığım öneriler arasına almak isterim. 

toplum bilgisi sıfırlanınca

Artık dergiler yok. Gazetelerin haftasonu ekleri eski iddiasıyla çıkmıyor. Televizyonlarda konuşan insan çok ama genelde sadece siyaset konuşuyorlar. Yüksek siyaset. 

İnternet medyasının da bu açıdan geleneksel medyadan farkı yok; yeni bir refleks göstermiyor.

Bu toplumda, insanlar arasında ne olduğunu nereden öğreneceğiz? Eğilimleri, yönelimleri; gerginlik ve gevşemelere yönelik analizleri; bir araya gelmeleri, ayrı durmaları… 

Anketler sadece siyasi tercihlerden haber veriyor. Onlara da ne kadar güvenilirse… 

Arada bir iki güvenilir şirket topluma dair araştırma yapmasa, bir iki belgesel çekilmese, bir iki haberci kendilerinden öyle bir şey beklenmediği halde kişisel gayretleriyle bir iki veriye ulaşmasa veya ulaşanları bizimle tanıştırmasa, sokakta röportaj yapılmasa elimizde hiçbir şey olmayacak. 

İçinde yaşadığımız hayata dair bilgi açlığı mı kalmadı? Talep mi kalmadı? Yoksa sadece onu üretme imkânları mı sıfırlandı? Toplum bilgisi üretimi artık neredeyse yok. 

Bir şeyler oluyor ama olduğuyla kalıyor; sese söze yazıya dökülmüyor.

Ankara kulislerini, sokaktan, evlerin içinden, değişen dönüşen zihinler ve ilişkilerden daha iyi biliyoruz. 

Topluma ilişkin bilgimiz giderek azalıyor. Sonra silinip gidecek. Sadece kendimizden ve bir iki arkadaşımızdan haberdar olacağız. 

Sonra belki o da bitecek.

*

Photo by Ryoji Iwata on Unsplash

aşiyan’daki adam

Yeni Sabah gazetesi 1939’un sonlarında şu son derece tuhaf anketi başlatmıştı: Tevfik Fikret’in heykelini mi dikelim yoksa eserlerini mi yakalım?

Bu anketle başlayan ve sonraki senenin ilk günlerinde de devam eden tartışma bütün Babıali’ye yayılmış, dönemin kalem erbabı Fikret’in hayatı ve eserlerini masaya yatırmıştı. 

Bu hayat ve bu eserler aslında her zaman masadadır. Bilsek de bilmesek de. Tevfik Fikret’in kimliği ve işleri aslında Türkiye’nin ana tartışma hatlarından biridir. Bir kutuplaşma tartışmasıdır bu. Osmanlı’dan bu yana, on yıllar boyu, münevverin, aydının, entelektüelin nerede durması gerektiği bu hatta tartışılır. Yerli ve millilik, vatan hainliği bu hatta tartışılır. Boğaziçi meselesi de bu hattaki son durak.

Boğaziçi, Aşiyan’ın, yani Tevfik Fikret’in, Boğaz’ın en güzel köşesindeki evinin hemen üzerinde. Memleket edebiyatının en önemli mekânlarından Aşiyan, bugün üniversite kampüsüyle organik biçimde birleşik durur. Tevfik Fikret yıllarca orada oturdu. Türkçe’nin büyük şairi, Boğaziçi’nin öncüsü Robert Koleji’nin de öğretmeniydi. Aşiyan, yuva demektir. Tevfik Fikret de bir nevi Boğaziçili sayılır. 

Büyük şair süregiden tartışmaya zaten hep dahil de bugün Aşiyan üzerinden bir de evsahibi konumunda.

Fikret, istibdat rejiminin azılı düşmanıydı. 2. Abdülhamit’ten ona yapılan suikast girişimini bir şiirle alkışlayacak derecede nefret ediyordu. Öfkesi açıktı; 2. Abdülhamit döneminde herkes birbirini jurnallerken, o korkmadan saray karşıtı şiirler yazdı. Galatasaray Lisesi’nin efsanevi müdürüydü. Boyun eğmez, uzlaşmaz, eğilip bükülmez, doğru bildiği yoldan şaşmaz, inatçı bir adamdı. Sonradan onlara karşı çıksa da bir dönem İttihatçıların baştacıydı. 1908 sonrası İttihatçı gazetesi Tanin’i çıkartan ekiptendi. Mustafa Kemal’in de ilham kaynaklarındandı. 

Yani bugün iktidar yanlılarının onu sevmemesi için epey unsur var. Boğaziçi tartışmasında sayılıp dökülen her şey Fikret’in kimliğinde mevcut: Elit, aydın, kökü dışarıda, rejim düşmanı. Bir de şu var tabii: Bu adam gelmiş bir de Boğaz’ın en güzel yerinde oturuyor.

Boğaziçi’nde iktidar yanlıları, orayı tümden kapatalım diyenler, oraya gelirsek gece işi bitirir gündüz işe gideriz diyenler bu çok eski kavgayı veriyor. 

Boğaziçi meselesin anlamak için Fikret’i ve bu tartışmadaki yerini anlamak gerekir. Kendi durduğu yeri… Kutuplaşmanın iki tarafında, başkalarının onu koyduğu yeri…

Tevfik Fikret bugün Aşiyan’da otursa ne yazardı acaba?

boğaziçi’nde hakikat-sonrası izleri

Boğaziçi’nde protesto altı haftadır devam ediyor. Öğrencilerin de öğretim üyelerinin de, onca gözdağına rağmen tavrı değişmedi. Dik duruyorlar. Tarihe kendi notlarını düşüyorlar.

İktidarın tavrı da değişmedi ama. Neredeyse yirmi senedir ama en çok da Gezi’den beri gördüğümüz üzere, değişmeyecek de. 

Ön planda rektör atama meselesi duruyor da iktidar, Boğaziçi üzerinden bir seçkinler, elitler tartışması yürütüyor. İktidarcıların bir kısmı da bunun fena halde farkında. Boğaziçi kapatılsın diyenler bile çıktı. Yerine yerli ve milli üniversite açılsın istiyorlarmış. Bildik sözler.

Böyle birtakım okullar var: Boğaziçi, ODTÜ, Galatasaray, özel kolejler… AKP öncesi Türkiye’de, sistemin önemli noktalarına eleman yetiştirip gönderen okullar bunlar. İktidarla beraber bir zihniyet değişimi yaşamadılar. Ama ODTÜ’yü bir ölçüde dışarıda tutarsak, öyle solcu falan da değillerdir. Onları tanımlayan kimlik dünyalı olmalarıdır. Dünyaya açık, dünyanın farkında, dünyaya uygun, dünyaya talip… AKP’nin biraz da başka çaresi olmadığından diktiği ‘yerli ve milli’ gömleği bu okullardan çıkanlara dar gelir. Mesela sağcısına, hatta varsa AKP’lisine de dar gelir. 

Ama şimdi iktidar bu gömleği, bu çerçeveyi tek tek bu okulların da önüne koyuyor. Koyacak. Hâkimiyet bizde, seçkinler neden -hâlâ- orada diyecek. Bunu yaparken de seçkin diye gördüğü o kesimi razı edemeyeceği için seçkinliğin kendisini tartışmaya açacak. 

İşte başladı bile. Okullar hızla iktidar taraftarlarının gözünden düşüyor. Kökü de aklı da dışarıda, yoz, ahlaksız insanların kurumları olarak görülüyor. 

Kutuplaşmayla at başı giden bir tartışma bu seçkinlik tartışması. Dünyanın her yerinde böyle. Trumpçılar da ABD’de mevcut düzeni besleyen damarları kesip atmak, hiç değilse değersizleştirmek istemişlerdi. Hakikat-sonrası, böyle bir düzlem. Uzmanların dinlenmediği, uzmanlığa giden eğitimin en iyisini veren kurumlara da şüpheyle yaklaşıldığı bir tuhaf, kuralsız, başıboş uzaydan ibaret hakikat-sonrası. 

Seçkinlik tartışmasının daha çok örneğini göreceğiz. Türkiye’de de dünyada da. 

Yine de bize has bir tuhaflığı not düşelim: Yirmi yıllık bir iktidar, nasıl olur da kendi seçkinini yetiştiremez? Nasıl olur da tepeden atanmış rektöre iki adet yardımcı bulabilmek için dokuz doğurur?

Bunu da iktidarcılar düşünsün.