susuz kış

Eric Gaillard, Reuters.

Gazete Duvar’da 8 Mart 2023’te yayımlandı.

1.

Fransa’nın Pireneler bölgesi sakinlerinin otomobillerini yıkaması nisan ayı sonuna dek yasak. Bahçelerini sulamaları da yasak. Havuzlarını doldurmaları da. Yöredeki çiftçilerden su tüketimlerini yarıya indirmeleri isteniyor. 

Var, Puy-de-Dôme ve Ardèche illerinde ise konut inşaatı faaliyetleri durduruldu. Sebebi, gelecek yıllarda bu yeni konutlara yerleşecek nüfus için bölgede yeterli suya sahip olunmayacağı yönündeki tahminler… 

2.

Kuraklık fotoğraflarını yaz aylarında görmeye alışığız. Çatlamış topraklar, kurumuş nehirler, sarı sıcak günler…  Bir de kış kuraklığı var. Aynı dramatik fotoğrafları vermese de bu fotoğraflar bize bir yokluğu sunuyor. Karsız tepeler, dolmamış baraj gölleri ve ekilmemiş tarlalar… 

Avrupa bu kış müthiş bir kuraklık yaşıyor. Kıta, yıllardır ayak seslerini duyuran, ha geldi ha gelecek denen uzun susuz günlerin pençesinde kıvranıyor. Bu kuraklığın model ülkesi Fransa. Ülkeye, ocak ortasından şubat ortasına otuz iki gün boyunca yağış düşmedi. 1959’dan beri tutulan yağış kayıtları bugüne dek böyle korkunç bir istatistiğe hiç yer vermemiş. 1989’da 22 günlük bir süreç var. Şimdi de bu. Üstelik bu kurak kışa, yine olağanüstü kurak bir yazın, onun öncesinde yine kurak bir kışın ardından girildi.

Son iki haftadır Avrupa genelinde yağışlarda biraz kıpırdanma var (şu an maalesef Türkiye’de deprem bölgesinde hayatı iyice zorlaştıran bir yağış da sürüyor) ama bu kıpırdanma, su rezervlerinin genelini kurtarmaya, toprağın susuzluğunu gidermeye yetecek bir yağış olarak da değerlendirilmiyor. 

Fransa’da durum böyle. 

İspanya ve İtalya’da da böyle. Almanya’nın ve Hollanda’nın güneyinde de. Yunanistan ve Bulgaristan’ın kimi bölgelerinde de… 

Ve Türkiye’de de. 

Emin Alper, “Kurak Günler”i çekerken bunu kastetmiyordu ama uzmanlara bakılırsa uzun, kurak bir döneme çoktan girdik. Ciddi sonuçları olacak bir dönem. 

3.

Gazete Duvar’da bu yılın başında, “Türkiye’de son 52 yılın en sıcak Aralık ayı” geride kaldıktan sonra, yayımlanan Fatma Keber, Kadir Cesur, Özlem Kara, Nail Azbay, Nur Kaplan imzalı yazı dizisi bu sonuçlardan bahsediyordu. 

Üç bölümlü dizide, bu gidişle çiftçilerin buğdayını kurtaramayacağı; Türkiye’nin tahıl ambarı Konya ovasında hububat rekoltesinin azalacağı; Doğu illerinde hayvancılığın darbe alacağı; çiftçinin bir borç sarmalına gireceği; neticede bundan böyle tütün, buğday, arpa gibi su isteyen ürünleri ekmekten vazgeçeceği; pamuk ve mısır tarımında sıkıntı yaşanacağı anlatılıyordu. 

Yazı dizisindeki röportajlardan çıkan bazı görüşler çok çarpıcı. Meteoroloji Mühendisi Fırat Çukurçayır’ın şu sözleri mesela: 

“İnsanların bundan sonra bu tür şeylere alışık olması lazım. Bu kuraklık bizim kapımızı dün akşam çalmadı. Bizim coğrafyamız her sene biraz daha güneye kayıyor, onların koşullarını yaşıyoruz.

Ya da Ziraat Mühendisi Baki Remzi Suiçmez’in şu ifadeleri: “Tarım doğa koşullarına bağımlıdır. En liberal ülkelerde bile korunan, desteklenen bir sektör. Çiftçi, 4.2 milyon hektar alanı ekmekten vazgeçti. Çiftçi kayıt sistemine kayıtlı kişiler 2.8 milyondan, 2 milyona düştü. Çiftçi kâr elde edemediği için alandan çekildi.”

Ekilmekten vazgeçilen alan 4.2 milyon hektar. Fikir vermek için yazayım: Konya ilinin büyüklüğü 3.9 milyon hektar. 

“Tarım doğa koşullarına bağımlıdır. En liberal ülkelerde bile korunan, desteklenen bir sektör. Çiftçi, 4.2 milyon hektar alanı ekmekten vazgeçti. Çiftçi kayıt sistemine kayıtlı kişiler 2.8 milyondan, 2 milyona düştü. Çiftçi kâr elde edemediği için alandan çekildi.”

4.

Şimdi Avrupa’da herkes su tüketimi konusunda yapılacak teknolojik müdahaleleri konuşuyor. Sulama sistemleri bir tık daha modernize edilebilir mi? Deniz suyu arıtılabilir mi? Su tekrar tekrar kullanıma sokulabilir mi; örneğin İtalya ve İspanya’da sıklıkla görüldüğü üzere yağmur suları tuvalet rezervuarlarına transfer edilebilir mi? Susuzluğa daha iyi tepki veren ürünlere yönelmeli mi?

Bir sürü soru. Hangisi ne kadar geçerli?
Le Monde gazetesi için bir makale kaleme alan hidroklimatolog Florence Habets, teknolojik çözümlere hep kurtarıcı gözüyle bakıldığını ama mesela toprağı kirletmemenin, ormanlara zarar vermemenin, suyu makul kullanmanın öncelendiği formüllerin genelde sonradan düşünüldüğünü söylüyor.

Habets haklı. Giderek ilginçleşen bir düşünme biçimimiz var. Yansımalarını hayatın her alanında görüyoruz. Bir sorun olduğunda hemen onu teknolojiyle çözebilir miyiz diye bakıyoruz. Davranışla çözmek zor geliyor. 

Neticede çözemiyoruz.

5.

Gözler bulutlarda.

Türkiye’de de, Avrupa’nın geri kalanında da herkes nisan ve mayıs aylarını bekliyor. Yağacak mı yağmayacak mı?

Yağarsa hem nüfusun önemli bir kısmı darboğazdan kurtulacak hem yiyip içeceğimiz ürünlerin en azından bir kısmı kurtulacak hem de bu yaza elimizi yüzümüzü yıkamak için su bulabileceğiz. 

Ya yağmazsa? 

Bu sene yırttık diyelim, gelecek yıl yağmazsa? Sonraki yıl? Daha sonra? 

Öyle görünüyor ki, çok seyrek sorduğumuz bu soru önümüzdeki kuşakların temel sorusu olacak. Su var mı yok mu? Yoksa ne olacak? 

Tarihin en kargaşalı dönemleri kuraklık dönemleri… Gazete Duvar’da iklimbilimci Okan Bozyurt hatırlatıyor: “Mesela Fransız İhtilali öncesi kıtlık vardı, iç savaşlar çıktı. Karışıklıklar çıktı. 1930’larda ABD’de kuraklık çok fazlaydı. Bu New York Borsası’na yansımıştı.”

Gerçekten de tarih, Fransız İhtilali’ne giden dönemde (ve sonrasında da), Fransa’da yıllar boyu süren muazzam bir kuraklığın hüküm sürdüğünü, hele ihtilal yılında bu kuraklığa bir de olağandışı dondurucu soğukların eklendiğini ve insanların açlık ve soğuktan patır patır düşüp öldüğünü yazıyor. 

O dönem ABD’nin Fransa elçisi Thomas Jefferson tanıklığını şöyle kaleme almış: “İnsanlığın daha önce görmediği, tarihin yazmadığı bir soğuk vardı. Dışarıda çalışmak yasaklanmıştı. Çalışmaktan da bu şekilde alıkoyulan yoksullar, ekmek ve yakacaktan da yoksun kalmıştı.”

Şu da Kont Mirabeau’nun yazdıkları: “Bütün felaketler aynı anda gelmişti. Her yerde soğuktan ve açlıktan ölmüş insanlar görüyordum. Unun yokluğunun yanında değirmenler de donmuştu.”

Gerçekten de tarih, Fransız İhtilali’ne giden dönemde (ve sonrasında da), Fransa’da yıllar boyu süren muazzam bir kuraklığın hüküm sürdüğünü, hele ihtilal yılında bu kuraklığa bir de olağandışı dondurucu soğukların eklendiğini ve insanların açlık ve soğuktan patır patır düşüp öldüğünü yazıyor. 

6. 

Fransa, 1789 yazına işte bu koşullarda girdi. 

Kuraklık ve siyasi krizlerin arasında bir bağlantı olduğuna, iklim değişikliğinin de her türlü kuraklığı üretebileceğine dair yıllardır rapor yazılıyor. Sivil toplum örgütleri yazıyor, Birleşmiş Milletler yazıyor, aklımıza gelen her makul kuruluş ve insan yazıyor. 


Artık bu raporlarda yazılanları yaşadığımız günlerdeyiz. 

Gelecek uzun sürer sanıyorduk. Ama belli ki gelecek çoktan gelmiş. 

hayır

Pablo Larraín’in filmi bende her zaman kalacak. Bir diktatöre “hayır” demedeki güzellik ve ısrar… Başkalarının ona “evet” dediğini, hep “evet” diyeceğini bilmekteki huzursuzluk….

Ama “hayır”. Daha önce demiştik, yine diyeceğiz. “Evet” diyenlerin sayısının azaldığını göreceğiz. Bu defa daha yüksek sesle diyeceğiz. Hayır.

çıkar yol


Bir insanda ne ararsınız? Bir edebiyatçıda ya da bir siyasetçide… Memleketiyle ilgili bir iş yapan insanda. Onu ister yazmak ister kurtarmak isteyen herkeste…

Namus, memleket sevgisi, umut….

Nazım Hikmet, Sait Faik’ten bahsederken hepsini özetlemiş:

“Ben Sait Faik’i çok severim. Bizim büyük hikâyecilerimizden biridir. Büyük hikâyeci, büyük şair. Bazen bedbin, bazen ümitsizliğe kapılır. Çok namuslu bir insan. Memleketini çok seven insan. Belki de bedbinliği ve ümitsizliği çıkar yol görememesinden geliyor. Halbuki çıkar yol var tabii.”

Çıkar yol var tabii… Hep var.

sessizlik kupası, çifte standart kupası, dünya kupası

Gazete Duvar’da 9 Kasım 2022’de yayımlandı.

Reuters’in geçtiği bir haber… Doha’nın orta yerinde on büyük bina. İçlerinde binlerce insan yaşıyor. İçlerinde işçiler yaşıyor. Doha’yı taş taş inşa eden, Doha’yı stadyumuyla, yollarıyla, sıfırdan yükselen otelleri ve restoranlarıyla on gün sonra başlayacak o büyük organizasyona, Dünya Kupası’na yetiştiren işçiler… 

Hükümet onlara “çıkın” demiş. Önden hiç haber vermeden, birden bire demiş. Asya’nın en fakir bölgelerinden Pakistan’dan, Hindistan’dan, Nepal’den, Bangladeş’ten, Sri Lanka’dan gelen işçileri tahliye etmiş. 

Neden? 

Çünkü Dünya Kupası başlayacak. Etrafta yoksulluğun görülmemesi lazım. Güney Afrika’daki, Brezilya’daki kupalarda da böyleydi. Turistler içeri, yoksullar dışarı. Gelecek, vizyon, inovasyon içeri; emek, hak ve ter dışarı. Katar hükümeti, “Dünya Kupası ile alakası yok” diyor, konunun bir nezihleştirme projesi olduğunu ve her şeyin kitabına göre yapıldığını söylüyor ama Hollanda’nın devlet ajansı NOS’un ele geçirdiği bir belgeye göre mesele tam da bu. Fifa yerleşkesinin etrafında problem çıkmasın denmiş. 

Probleme bakalım…

Mesela El Mansura mahallesindeki tek bir binada yaşayan 1200 işçinin kılığına giren “probleme”. Yine Reuters diyor ki, akşam sekizde “iki saatiniz var çıkın” diye buyrulmuş, on buçukta herkes kapının önüne konmuş. O sırada binada olmayanların dönüp eşyalarına almasına bile vakit kalmamış. 

Dünya Kupası başlayacak. Etrafta yoksulluğun görülmemesi lazım. Güney Afrika’daki, Brezilya’daki kupalarda da böyleydi. Turistler içeri, yoksullar dışarı. Gelecek, vizyon, inovasyon içeri; emek, hak ve ter dışarı. Katar hükümeti, “Dünya Kupası ile alakası yok” diyor, konunun bir nezihleştirme projesi olduğunu ve her şeyin kitabına göre yapıldığını söylüyor ama Hollanda’nın devlet ajansı NOS’un ele geçirdiği bir belgeye göre mesele tam da bu. Fifa yerleşkesinin etrafında problem çıkmasın denmiş. 

*

Bu dünya çok çiğ. Amansız, gaddar, adaletsiz, çiğ…

Evlerinden edilme bu konunun en sakin yanı. Esas mesele canlarından edilme. Son birkaç yıldır, özellikle Batı basınında Katar’daki inşaat hamlesine, işçilerin koşullarına dair, iş cinayetlerine dair çok haber çıkıyor. Oraya gidip gelen gazeteciler, raportörler yaşananın kölelik olduğunu anlatıyor.

Bir yakıştırma olarak kölelik değil, gerçek anlamda kölelik. Çok az ücret, yıkılana kadar iş, işverenin iki dudağı arasında bir yaşam ve berbat çalışma koşulları… İş cinayetleri…

Guardian’ın geçen seneki bir haberine göre, Katar’ın 2010’da turnuvayı kazanmasının ardından 6500 işçinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Bir ilçe nüfusu kadar insan… Guardian’ın haberi, bu işçilerin çoğunun Dünya Kupası bağlantılı projelerde çalışırken can verdiğini söylüyor.

Evlerinden edilenler böyle insanlar işte. 

*

Düne kadar futbolla ilgisi olmayan, futbol kültürü olmayan bir ülkede yarın dünyanın en büyük futbol turnuvası yapılacak. Üstelik hep yazın yapılan turnuva bu defa anlamsız bir dönemde, kasımda yapılacak. Çünkü yazın orada futbol oynatmak mümkün değil. Sıcak. 

O kadar ülke varken, Katar’da.

Bu turnuvayı deli gibi isteyen, futbol ülkesi Türkiye yapmamış, Avrupa’da kupa kaldırmış Yunanistan, Portekiz, Çek Cumhuriyeti, Hollanda, Danimarka yapmamış; futbolla yatıp kalkan Kolombiya, Şili, Mısır, Cezayir, İran yapmamış ama canı turnuva düzenlemek isteyen Katar yapıyor. 

Turnuvanın ona verildiği 2010’dan beri de skandallar eksik olmuyor. Önce bu turnuvanın Fifa üyelerinden satın alındığı iddiaları ayyuka çıktı. Yıllardır bu konudaki dosyalar kabarıyor. Geçen hafta da Katar üyeliğini bir şekilde eleştiren herkesin dinlendiğine ve hacker saldırılarına maruz kaldığına dair iddialar patladı. 

Neticede olan oldu ve bütün dünyayı ilgilendiren bu büyük futbol hikâyesi şimdi Katar’ın kontrolünde. 

*

Bugünlerde Avrupa basınında futbolla ucundan kıyısından ilgilenen her köşe yazarı bu konuyu tartışıyor. “Dünya kupasını izleyeceğim” ya da “İzlemeyeceğim” diyorlar ve gerekçelerini kendilerine göre bir bir sıralıyorlar. 

İzlemek isteyenin de tadı kaçmış istemeyenin de. 

Son dünya şampiyonu Fransa’da bile tat yok. Anketler, Fransız halkının kupayla pek ilgilenmediğini gösteriyor. Buna göre halkın sadece yüzde 48’i maçları takip edebileceğini söylüyor. 2018’deki şampiyonadan önce bu oran yüzde 66’ymış. Sosyolog Patrick Mignon, Le Monde gazetesine “Dünya Kupası eskiden herkese konuşacak bir şey verirdi” diyor. Şimdi ise “susacak bir şey” veriyormuş. “Uzaktan kumandaya dokunmamak insanları birbirine bağlayacak.”

Son dünya şampiyonu Fransa’da bile tat yok. Anketler, Fransız halkının kupayla pek ilgilenmediğini gösteriyor. Buna göre halkın sadece yüzde 48’i maçları takip edebileceğini söylüyor. 2018’deki şampiyonadan önce bu oran yüzde 66’ymış. Sosyolog Patrick Mignon, Le Monde gazetesine “Dünya Kupası eskiden herkese konuşacak bir şey verirdi” diyor. Şimdi ise “susacak bir şey” veriyormuş. “Uzaktan kumandaya dokunmamak insanları birbirine bağlayacak.”

*

Bu herhalde biraz gecikmiş bir suskunluk. 

Fransa’da Messi’nin, Neymar’ın, Mbappe’nin ve daha birçok dünya yıldızının oynadığı futbol kulübü PSG’nin sahibi Katar. 

Avrupa’da epey spor yatırımı var Katar’ın. Türkiye de buna dahil.

Katarlılar da bunu söylüyor. Ülkenin dışişleri bakanı Muhammed bin Abdülrahman El-Tani, geçen hafta Frankfurter Allgemeine Zeitung’a (FAZ) verdiği röportajda patladı. “Bizden gaz alırken sorun yok, Afganistan’da Alman vatandaşların tahliyesi için yardım isterken sorun yok ama turnuva sorunlu; bu yaklaşımda çifte standart var” dedi. 


Böyle bakınca haksız da değil. Çünkü bu da Avrupa işte: Lahanayı yerken kıtır kıtır sapına gelince me… 

Hep böyle. Böyle de kalacak. 

Avrupa’nın çokça gaddar, acımasız ve çiğ olduğunu, olabildiğini zaten biliyoruz. 

Biz seni bilmiyorduk Katar. On senede öğrendik.

mağlup sayılır bu yolda galip

Red Kit hikâyelerinde katran ve tüye bulanıp kasabadan dehlenen şarlatanları andırıyordu. Ama yine de kendi yandaşlarını inandırabiliyordu. Her şeye rağmen. Seçim kaybetmesine rağmen…

Öyle görünüyor ki bu inanç bitti. Ara seçimlerle birlikte Trump’ın Amerikan sağ siyasetindeki ağırlığı epey azaldı. Halbuki daha birkaç gün önceye dek ‘Kralın Dönüşü’ konuşuluyordu. Trump’ın desteklediği adaylar -ki çoğunun ortak noktası Demokratların, 2022’yi çaldığını söylemekti- seçimleri silip süpürecek, kendisi de ABD’yi boydan boya kaplayan ‘Kırmızı Dalga’nın üzerinde yükselerek birkaç gün içinde 2024 için adaylığını açıklayacaktı.

Doğrusu ben de inanmıştım. ABD’de makul yorumlar yapan hemen herkes bu yönde konuşuyordu zira.

Herkes yanıldı. Büyük beklentilerinin çok azını karşılayabildikleri için ‘mağlup sayılır bu yolda galip’ gibi takılan Cumhuriyetçiler, şimdi Trump’ın etlerini didik didik etmekle meşgul. Bıçaklarını arkasında saklayanlar taarruza geçti; gömmüş olanlar gidip çıkardı. Demokratların yıllardır yapamadığını kendileri yapacak; Trump’ı tahtından alaşağı edecek. Belki.

Belki… Çünkü artık hiç kimse hiçbir konuda kesin konuşamıyor. Çünkü Trump hâlâ çok güçlü. Güç kaybediyor ama en güçlü Cumhuriyetçi’den de daha güçlü. Hâlâ. Tabanı var, medyası var, sosyal medyası var. (Amerikan sağı hakkında bir kitabı da olan Matthew Continetti’nin yazısı bir fikir verebilir: Hem Trump’ı devre dışı bırakma girişimleri hem de onun mevcut gücü hakkında.)

Ama şu var: Brezilya’da Bolsonaro’nun düşüşünde, ABD’de Trump’ın girmediği seçimi kaybetmesinde, kafası aynı yönde çalışan diğer popülist liderler için çok dersler var. Rakibinden korktuğun kadar yanında görünenden de korkacaksın.

En fenası kendi yandaşların tarafından tefe koyulmak. En kesin mağlubiyet öyle geliyor.